78 KUŞAĞININ ŞEN ÇUCUKLARI’ında Başlarından büyük işlere kalkışanlar; Yetmişliler

Murad Ali Ciwan

Bu yazı, Ramon Kahraman’ın 78 Kuşağının Şen Çocukları adlı anı/araştırma kitabında biraz kısaltılarak yayınlanan yazımın tümüdür. Geçirdiğimiz yaz annemin vefatı ve hastalanmam nedeniyle kitaba yazımı en son verenlerden biri oldum. Üstelik yazarına ve J&J Yayınevi’nin yöneticilerine, aceleye geldi, çok iyi gözden geçirilsin düzeltilsin diye de ricada bulundum. Onlar da basımı Diyarbakır Kitap Fuarı’na yetiştirmeyi hedeflemişlerdi. Düzeltmeleri yapabildikleri kadar yaptılar, bu arada bazı kısaltmalara da gitmişler. Son halini görmek istedim. Yetiştirememiş olmalılar ki olmadı. Kitap çıkınca özellikle iki konuda gönlümün razı olamayacağı kısaltmaların yapılmış olduğunu görerek yazının tümünü burada da sizlerle paylaşma ihtiyacı duydum. Birincisi çocukluk yıllarım ve anne-baba tarafımla ilgili verdiğim bilgiler, ikincisi de özellikle önemsediğim Dr. Şivan-Sait Elçi olayına ilişkin yapmış olduğum tespit. Bilginize sunulur.

Sevgili dostum Ramon Kahraman, hazırladığı 78 kuşağı ile ilgili kitaba benim de kısa yaşam öykümle katılmamı isteyince, yetmiş sekiz kuşağı diye bir kavramın kafamda oluşmamış olduğunu fark ettim. Kimdir, nedir bu yetmiş sekiz kuşağı? Yetmiş sekize damgasını vuran ne? Bir türlü dönemi algılatan olguları bir araya getiremedim. Sonuçta altmış sekiz kuşağını çağrıştırdığı için kılı kırk yarmadan öyle algıladım. Banim kafamda yetmişler kuşağı deyimi daha netleşmiş. Her neyse, sadede gelelim…

Resmi nüfus kayıtlarına göre ben, Murad Ali Ciwan (doğduktan sonraki adım Mehmet Ali Çılgın) 15 02 1956’da Şorşup’ta doğmuşum. Yakın akraba çevremin anlattıklarından, özellikle vefat edinceye dek imam ve seydalık yapan amcam Mela Mehemed[ê Dengnekir]’in kitabının iç kapağındaki bilgilere göre doğumum 1955. Daha son zamanlarda yitirdiğimiz annem, ‘sen doğduğunda yazın ikinci ayından on gün geçmişti (deh roj ji meha havînê a ortê çûbûn)’ derdi. Kürtlerin hesabıyla Temmuzun 10’u bugünkü miladi takvimle 23 eder. Böylece, muhtemelen, 23 Temmuz 1955’te doğmuşum. Fakat Şorşup’ta değil, Cilîn’de…. Cilîn de Şorşup da bugün Diyarbakır’ın Çınar kazasına bağlılar. Tarihi bakımdan her iki köy de merkezi Awîna olan Sürgücü(Surgûçî) yöresinin (aşiret konfederasyonunun?) köyleridir.

Şorşup, baba tarafından atalarımızın geldiği köydür. Fazla olmamakla beraber, bir kaç baba geriye doğru soyumuzu götürdüğümüzde, karşımıza hep Şorşup çıkar. Babam Mela Davud’un babası Ali ile kardeşi Apê Amo (Ömer olmalı) bildiğimiz en yakın atalarımız. Apê Amo, Şorşup’ta çocukluk yıllarımıza kadar yaşadı, onu gördük. Dedem Ali ise gençliğinde karısı Rabia ve çocuklarıyla köyden çıkmış, Diyarbakır’a yakın Kozan (Qozan)’a yerleşmiş.

Cilîn ise amcam Mela Mehemed’in bir dönem imam ve seydalık yaptığı köy. Amcamla küçük kardeşi Mela Davud henüz ailece birlikte yaşıyorlar. Bu dönemde Cilîn’de doğmuşum.

Sürgüçilerin çok yoksul bir evi, ata ailemiz. Hayal meyal bir-iki parça küçük tarlaları olduklarını, onun da yetmediğini, satarak mı, devrederek mi köyü terk ettiklerini babaannem Rabia anlatırdı. Dedem Kozan’a sığırtmaçlık (gavanî) yapmak üzere yerleşmiş. Kozan, Diyarbakır’da oturan Efendiler’in mülküydü, dedemlerin yerleştikleri ev de gavanlara tahsis edilmişti. O zaman Efendi Hasip Bey’in oğlu Hadi Bey’miş.

Dedem genç yaşta Diyarbakır Hastanesi’nde ölünce, bilmediğim nedenlerle onu şehrin kimsesizler mezarına gömmüşler. Babaannem Rabia oğullarını sığırtmaçlığa değil, fakiliğe göndermiş. Kendisinin babası da mela imiş. Adı da Mela Dawud, babama verilmiş.

Dedem Ali fazla dindar olmayan biraz savurgan ve pejmürde biriymiş, zaten erkenden yaşama veda etmiş. Rabia Kozan’da kalmış, ‘’eksik etek kadın’’, köyün davarlarını otlatmaya devam etmiş. Kaldığı ev diğer bütün köylülerinki gibi Efendi’nin mülkü… Bir ara köylüler Efendiye ‘’bu Rabia genç oğullarını sığırtmaçlığa göndermiyor, o evde kalmayı hak etmiyor’’ diye şikâyet etmişlerse de Efendi Rabia’dan iki oğlunun da ilim tahsil etmek için fakiliğe gönderildiğini öğrenince, evi ömür boyunca onlara bağışlıyor.

Amcamla babam okuyup icaze aldılar ve bütün ömürlerini molla olarak geçirdiler. Amcam hep geleneksel Kürd mela olarak köylülerin verdikleri dinsel temelli gelirlerle imam ve seydalık yaptı. Babam, Cilîn’deyken ağabeyinden ayrılıp önce Karacadağ’ın Êxiliya, sonra Ergani’nin Aşağı Termil köylerinde geleneksel melalık yaptı. Ardından Diyanet İşleri’nin 1960 başlarındaki imtihanlarına girerek kadrolu Diyanet imamı oldu. İlk kadrolu yeri Çermik’in Alos köyü (Başarı nahiyesi) idi. Sekiz yıl sonra Siverek’in Hadro köyüne (Bucak nahiyesi) tayinini çıkardı. İki yıl sonra da Bismil’in içine bir camiye taşındı. Emekli oluncaya kadar Bismil’de görev yaptı.

Emeklilik başlayınca aile Diyarbakır’da satın aldığı küçük bir eve taşındı. Babam 8 Mayıs 2014’te, annem 13 Temmuz 2018’de Diyarbakır’da vefat ettiler.

Anne tarafım Derika Çiyayê Mazi’li. Annem, Cemile, Tilbisimli Sînê Azîz’in kızı. Babamla amcamın seydaları Mela Yasîn bir ara Tilbisim’de melalık yaptığında onlar da evcek oraya taşınmış, eğitimlerine devam etmişler. Sînê Azîz’in kızı Cemile’yi orda Feqî Dawud’a vermişler.

Anne tarafım kendilerini Rûti sayarlar. Mülksüz, rençberlik, bostan, bağ, bahçe kiralama işleriyle yaşamlarını sürdüren yoksul bir aileydiler. Çok küçükken dedemlere yılda bir iki kez giderdik. Derik’ten Tilbisim’a yaya gider, varınca da, bana göre epeyi dik yokuşu olan Girikê Şîn’in en tepesinde Sînê Azîz’in inşa ettiği küçük eve varırdık. Önce tek evdi, sonra oğlu, ardından da başkaları orada ev yapmaya başladılar.

Anneannemin adı Fatê(Fatma) idi. Fatê de, Rabia da çok cesur, çalışkan, fedakâr, evlerini çekip çeviren, dirlik düzenlerini koruyan kadınlardı. Özellikle mela kızı olan Rabia, çok duyarlı, adil, yumuşak ve uzak görüşlü bir kadındı. O günkü Kürt toplumunu göz önüne aldığımda beni olumlu şaşırtan ölçüde meziyetleri vardı. Yaşamımda oldukça etkileri olduğunu sanıyorum.

Bir de bir halam vardı; Meymo (Meymenet)… İki gözü de görmüyordu. Evlenmemişti. Büyük yaşıyla, derin Kürt kültür ve yaşamına, stiran (halk şarkıları), masal, destan, Kürt mesnevileri, atasözleri, fıkra, dua ve beddualara ilişkin bilgileriyle bizim için bulunmaz bir eğitimci ve dadı idi.

Yaşamım iki periyoda ayrılabilir. Yirmi dört yaşıma gelinceye kadar kaldığım Türkiye’deki (Kürdistan’daki) yaşamım, günümüz itibariyle (2018) otuz sekiz yıldır kaldığım İsveç’teki yaşamım. 1980 yılı Nisan’ında 12 Eylül darbesinden beş ay önce Almanya’ya gitmek üzere yola çıktım, Kenan Evren’in darbesi geldi, geri dönemeyip İsveç’e geldim. O gün bugündür İsveç’te yaşıyorum. 12 Eylül döneminde askerlik yapmadığım gerekçesiyle TC vatandaşlığından atıldım. İsveç’te bir iki yıllık siyasi mülteci döneminden sonra vatandaş oldum. Bu yüzden yaşamımı hep bu iki periyodun kronolojisi içinde düşündüm.

Formel eğitimimin ilk beş yılını Çermik’in Alos köyünde tamamladım. Ortaokul birinci sınıfı Çermik’te okudum. Köyden bir iki arkadaşla ev kiralamıştık. Birinci yılın sonunda evimiz Siverek; Hadro’ya taşındığından orta ikinci sınıfı Siverek’te okudum. Hadro’lu bir arkadaşla ev kiralamıştık.

O yıl başka iki arkadaşla gidip Diyarbakır’da Mardin Kapı’daki Hüsrev Paşa Camii’nde bulunan Vakıflar Yurdu’nun imtihanlarına girdik, kazandık. Böylece Diyarbakır’da Melikahmet’te, sur içinde hemen Urfa Kapı’nın yanında bulunan Diyarbakır Ortaokulu’nun üçüncü ve son sınıfına kaydımı yaptırdım. Gece Vakıflar Yurdu’nda yatıyor, gündüz de bu okula gidiyorduk.

Yıl sonunda, Diyarbakır Erkek Yatılı Öğretmen Okulu imtihanlarına girip kazandım. Öğretmen okuluna kaydımı yaptırdığımda bu okulların eğitim süresi dört yıla çıkarıldı; hem ilk öğretmen okulu hem de lise statüsü aldılar. Bir de o yıl okulun son (üçüncü) sınıf öğrencilerini toptan Antep öğretmen okuluna naklettiler, Bolu’dan, Antalya’dan ve Tunceli’den birinci sınıf öğrencileri getirdiler. Bir çeşit batılı-doğulu (Kürt-Türk) çocukları karıştırma projesiydi. Türkiye’deki bütün asimilasyoncu Atatürkçü eğitim sistemine rağmen, eğitim yaşamımın en verimli ve mutlu yıllarını bu okulda geçirdim. Çok güzel arkadaşlıklar edindim. Kürtlüğümü hiç unutmadım, asimile olmadım, giderek yurtsever ve ardından devrimci bir genç olarak da şekillendim.

Her dört yılımı bu okulda okumama rağmen, 1974’te, dördüncü yılın sonunda, bir Cumartesi töreninde okul müdürüne ‘’siz öğretmen değil, faşist yetiştiriyorsunuz’’ dediğim için o zaman Konya’nın bir ilçesi olan Akşehir Yatılı Öğretmen Okulu’na sürgün edildim, sadece okulu bitirme sınavlarını o yaz başarıyla bitirerek öğretmenlik diplomasını aldım.

Aslında öyle geri zekâlı olmadığım halde okulda ortalama düzeyde bir öğrenciydim, pek ders çalışmıyor, bütün dersler için sadece bir defterde not tutuyor, daha çok edebiyat, sanat ve sosyal olaylarla ilgileniyordum, sonraki yaşamımda siyaset tümünü bastırdı.

Öğretmenlik tayinim 1974’de Urfa’nın Suruç ilçesinin Yukarı Perepere köyüne çıktı. Aynı yıl üniversite imtihanlarına da girmiştim. Bir-iki ay öğretmenlik yaptıktan sonra, bırakıp geldim kazandığım Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nün İngilizce bölümüne. İngilizce öğretmeni olacaktım. Bir yıl sonra tekrar yüksekokul imtihanlarına girince İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazandım. 1975-76 yılında İstanbul’da hukuk okudum. Ama toplumsal çalkantılar, gençlik ve işçi eylemleri, öğrenci boykotları nedeniyle düzenli bir eğitim olmadı. 1976 yazında Diyarbakır’a gelince hukuk eğitimine dönmedim, 20 yaşında ‘’profesyonel’’ siyasete başladım. 1980’e kadar ülke içinde değişik alanlarda Kürt siyasi mücadelesinin saflarında oldum.

Hem arandığım hem de bazı siyasal görevlerle görevlendirildiğim için 1980 Mayıs’ında Almanya’ya vardım. 12 Eylül darbesi gelince İsveç’e geçtim. İsveç’te, Avrupa’da 1992 yılına kadar aktif Kürt siyaseti içinde yer aldım. O yıl örgütlü siyasi mücadeleden tamamıyla çekildim. Genel anlamda siyasi gelişmelere ilgi duymaya, bazen katkıya devam ettiysem de artık ağırlıklı olarak bağımsız bir aydın olarak kendimi Kürt dili, edebiyatı ve tarihi çalışmalarına verdim. Tabi ülkenin ve dünyanın güncel gelişmeleri de entelektüel ilgimi çekti, siyasal, sosyal ve bilimsel teknolojik gelişmeler (özellikle IT, globalleşme ve bunun Kürt sorununa etkileri) alanında da yazılar yazdım.

2001-2003 yılları arasında yeniden formel eğitime dönerek Stockholm’de Kraliyet Yüksek Teknik Okulu (Kungliga Tekniska Högskolan)’nda üç yıllık bilgisayar mühendisliğini okudum.

Benim uzun ve düzenli olmayan bir Kürt medrese eğitim dönemim de var. Daha küçükken babamın, amcamın ve onların fakilerinin yanında dini eğitim aldım, Kur’an’ı, Kürtçe Mevlid’i, Nubihar’ı, Nehcülenam’ı okudum. Fakat medrese eğitimiyle fazla sağlam bağ kuramayıp daha çok formel eğitime ağırlık verdiğim halde, hem baba evindeyken hem de tatil ve yazlarda amcamlara giderken çevrem hep faki ve medreselerdi. Bir mela çocuğu olarak hücrelerde, derslere, mütalalara, münazaralara katıldım, dinledim. Fakiler eğitimlerini bitirdiklerinde icaze (diploma) alırlardı. O icazelerin muhteşem törenleri olurdu. Hem entelektüel dini, tasavvufi ve felsefi tartışmalar, hem de yarışma, bêrımte, govend ve diğer eğlence türleri bizleri coştururdu. Onlara katıldım.

Burada tabii dini eğitimin yanı sıra milli şuuru da alırdık. Melayê Cizîrî, Melayê Bateyî, Feqiyê Teyran, Ahmedê Xanî, Cîgerxwîn ve diğer Kürt şairlerini tanır, şiirlerini, fikirlerini öğrenirdik. Ben Şeyh Said’i, mücadele arkadaşlarını, Mela Mustafa Barzani’yi daha ilk ve ortaokul yıllarımda medrese çevrelerimde tanıdım. Kulaklarımız oralarda fakilerin İslam tarihinden menkıbeleri, Kürt masalları, Mirza Mehemedleri ile doldu. Alos’ta kış aylarında yatsı namazından, oruçsa teravih namazından sonra köyün, komşularımızın bazı kadın erkek yaşlıları bizim evde toplanırlardı, babam Harun Reşid döneminin debdebeli yaşamını, Bin Bir Gece Masalları’nı arapça bir kitaptan okur ve Kürtçe-Türkçe’ye çevirirdi. Alos’un nüfusunun çoğunluğu Türkmendi. Kürtçeyi çok iyi bilirlerdi. Dillerinden başka her şeyleriyle Kürtler gibi yaşarlardı. Birbirimizi çok severdik, dipdiri bu güne kadar gelen kirvelikler kurmuştuk. Oldukça içli dışlıydık.

Bir de o dönemlerde köylere hem lavanta hem de Hazreti Ali’nin, Eba Müslüm’ün diğer İslam efsanevi kahramanlarının kâfirlerle savaşlarını anlatan cengnamelerini getirir satarlardı. Bunlar hep şiirsel bir dille yazılmışlardı. Ayrıca bazen güncel trajik bir aşkı ya da faciayı anlatan destanlar da vardı. Alos’ta caminin önüne gelip kurulunca, hemen hemen tüm cengnameleri satın alırdım.

Orta birinci sınıfa gidinceye kadar benim bilincimde Kürtlük, Kürtçe, evdeki yaşam ve dil, Türkçe de dışardaki yaşam ve dilmiş gibi algılanırdı. Sanki Türkiye’nin her yerinde, hatta bütün dünyada bu böyleymiş gibi… Çermik’te ortaokula başlayınca bir gün okul kütüphanesinden M. Şerif Fırat’ın Doğu İlleri ve Varto Tarihi’ni alıp okudum. Aslında çok sonra anladım ki kitap Kürtlerin Türklüğü üzerine kurgulanmış, fakat kitabı anlamadığım için içinde geçen ‘’lo’’, ‘’zo’’, ‘’Kürt’’ vs. gibi sözcükler bende ‘’şimşek çaktı’’; demek ki böyle sözcükler kitaplarda da olurmuş. Ve bende ilk kez Türk’ten ayrı olarak Kürt olma bilinci belirdi. O günden bugüne neysem, nasıl düşünüyorsam; orada başladı, öyle geldi.

Siverek’te orta ikinci sınıfta okurken edebiyata çok merak sardım. Harıl harıl Yakup Kadri’den, Reşat Nuri Güntekin’den, Ömer Seyfettin’den, hatta Namık Kemal’den, başka Türk yazarlarından hikâyeler, romanlar, şiirler okurdum. Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini bitirdim. Çok etkisinde kaldım. O dönemde Siverek’in Bucak yöresinde benim tanıdıklarım arasında eşkıya Bekiro çok anlatılırdı. İnce Memed’den o kadar etkilenmişim ki kalktım Bekıro’nun romanını yazdım. İstanbul’a bir yayınevine mektup göndererek romanımı nasıl basabileceğimi, bu konuda bana yardımcı olup olamayacaklarını sordum. Hiç bir cevap vermediler. Sonradan, daha ileri gençlik yaşıma gelip siyasi hayatın içine girince, Bekıro’nun aslında değerli varlığımız ilk TKDP (Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi) başkanı Av. Faik Bucak’ın katili olduğunu öğrendim.

Şiir de çok okuyordum, onun etkisiyle o yıllarda, aruz ve hece vezninde yazdığım şiirlerle dolu bir defterim oldu. Galiba ilhamdan çok okuduğum şairleri taklit çabasıydı. Öyle şeyler anlatıyordum ki sanki ömrünü görmüş geçirmiş yaşlı bir insan edasıyla davranıyordum. Hatta Vakıflar Yurdu’ndan bir arkadaşım okuyunca, ‘’her şeyi anladım da, yaşamadığın henüz bu genç yaşta olduğun halde nasıl bütün bunları yaşamış bir ihtiyar gibi yazıyorsun’’ demişti. Öğretmen okuluna başlayınca kayboldu gitti bunlar, ama edebiyat ilgim devam etti, sonra resim ve el sanatlarına bağlandım. Hatta resim öğretmenim ‘’İnşallah seni ileride tanınmış bir ressam olarak görürüm’’ demişti. Olmadı, siyasete başlayınca, başımızdan öyle büyük işlere kalkıştık ki bu edebi ve sanatsal yanlarım, nerdeyse köreldi. Çok hayıflanıyorum.

Bizim dönemde Diyarbakır Öğretmen Okulu’nda her hafta sonu, bir sınıf, bütün okul için gece düzenlerdi. Veliler de gelip bu geceleri izleyebiliyorlardı. Şarkılar, fıkralar, halk dansları ve küçük skeçler vs. gösterilirdi. Bunun sosyal ve kültürel yaşamımızda büyük katkıları oldu. John Steinbeck’in ‘’İnci’’ adlı hikâyesini bir piyese çevirdim.

Tarihe ilgi duymaya başladım. Okul kitaplarında Kürtlerle, örneğin Selahattin Eyyubi ve Şeyh Sait hareketiyle ilgili anlatılanlar benim aile ve medrese çevrelerimde öğrendiklerimle hiç uyuşmuyordu. Üstelik Kürtler hep cahil, kandırılmış, irticaya ve uluslararası emperyalizme ya da komünizme alet olmuş bir topluluk olarak karşıma çıkarılıyor, bu beni üzüyor, utandırıyor, çoğu kez de kızdırıyordu. Bilinçlendikçe kuşku ve tepki duymaya ve kendi araştırmalarımla Kürtleri, tarihlerini ve mücadelelerini öğrenmeye başladım. Bu süreç de o günden bu yana beni olgunlaştırarak geldi. Hatırlıyorum bir kere en samimi Türk arkadaşlarımdan biriyle Selahattin Eyyubi üzerine bahse girdik; o, ‘’Türktür’’, ben ‘’Kürttür’’ diyordum. Sonunda Sivas’lı olan ve bizi çok seven, güvendiğimiz tarih öğretmenimize sormaya karar verdik. Öğretmenimiz ‘’Selahattin Kürt’tür, ama çocuklar, bırakın bu tür şeyleri, size ne kazandıracak ki’’ demişti. Bu cevaba içimden o kadar sevinmiştim ki hayatım boyunca unutmadım.

Okulun son yıllarında artık siyasi ilgisi ağır basan bir gençtim, ama Kürt milliyetçisi, sosyalist, devrimci, ‘’Karaoğlan Ecevitçi’’ karışımı biriydim. Okulda saflaşmalar da başlamıştı, ‘’faşistler’’ genellikle batıdan gelen Türkler arasından çıkıyordu, idarenin ve öğretmenlerin bayağı desteğini alıyorlardı. Kürtler, devrimciler, Ecevitçiler, Diyarbakırcılar, Doğucular, Dersim’den gelen Aleviler ve diğerleri de ayrı bir topluluk olarak beraber davranıyorduk.

1973-74, 12 Mart döneminden çıkış yıllarıydı. Darbe gelince, önce zindanlar gençlerle dolmuştu, ardından Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnanların idamları bizi Batı ve NATO sisteminden, Türkiye rejiminden uzaklaştırmış, yavaş yavaş sosyalist kampa, sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş mücadelelerine, Avrupa’daki işçi ve gençlik hareketlerine sempati duymaya başlamıştık.

Benim özel bir durumum da vardı. Siverek’ten Diyarbakır’a gelip Diyarbakır Ortaokulu’na başlayınca, uzun dönem çok yakın arkadaşlık ettiğim ve bugün de sevgiyle andığım Mustafa Fisli (O zaman soyadları Türkekul idi) ile aynı sınıfa düştük ve çok yakın arkadaş olduk. Kısa sürede ailesini, ağabeylerini, onların içinde Mela Salih’i tanıdım. Anne babaları dâhil, çok yurtsever, fedakâr ve misafirperver bir ile idi. O ailenin çok ekmeğini yedim, bütün fertlerinin çok iyiliğini gördüm. Tümünü saygıyla yâd ediyorum.

Bunlar meğer ailecek TKDP’li (Faik Bucak’ın, Said Elçi’nin, Derwêşê Sado’nun partisi) imiş. Aslında resmi bir tarih olmadan, resmi bir tören olmadan Mustafa’yla arkadaşlığım, aileyle iç içe geçmişliğim ve Mela Salih’i tanımışlık sürecimle orta üçüncü sınıftan itibaren TKDP’li olup çıktım. Fakat çok gizli tutuyorduk, hiç kimseye açıklamıyorduk. Önce çocuk oyunlarımız ve kurgularımız, devrimcilik, particilik ve Kürtlük üzerineydi, bir iki yıl sonra ciddi ciddi TKDP’li olduk. Benle Mustafa aynı hücredeydik, sorumlumuz da Mela Salih idi (V tipi hücre).

Orta üç, dört yıl öğretmen okulu, bir yıl da Eğitim Enstitüsü; tam altı yılım bu parti çevresinde ve onun içinde geçti. Bu arada tabi 1974 affıyla Kürt gençleri de dışarı çıktılar. İlk önce Komal Yayınevi ve Rizgarî’yle ilişkim oldu. Legal/açık düzeyde onlarla iç içe oldum, Diyarbakır’daki bürolarını çok kez açıp kapattım, nöbet tutum. Yayınladıkları kitapları ulaşabildiğim yerlere yaydım, sattım. Hatırlıyorum mesela DDKO savunmalarını trenle ta Kurtalan’a kadar götürdüğümü… Birinci derece sorumluları Diyarbakır’da İbrahim Güçlü bilinirdi. Onunla yakın ilişki içinde oldum.

Bir gün ona KDP ile ilişkide olduğumu söyledim ve birkaç KDP yöneticisiyle toplantıya katılmasına aracılık ettim. KDP yaygın bir yurtsever tabana sahipti. Ama genellikle köylüler, mela ve fakilerdi, geleneksel Kürt yapısı… Çağdaş eğitimi almış dünyadan haberdar modern gençlerden yoksunlardı. Bana göre böyle gençler Komal/Rizgarî çevresinde vardı. İki tarafı birleştirebilirsem etkin, mükemmel bir hareket çıkar diye düşünüyordum kendimce.

Her ikisinin müşterek bir toplantısına aracılık ettim. KDP’den, Mardin’den gelen iki-üç kişi, Komal’den sadece İbrahim Güçlü katıldı, bir de ben… Tam olarak ne konuşuldu hatırlamıyorum, ama mevzu beraber çalışmaktı. Güçlü daha çok dinledi. KDP’li kadrolar çok istekliydiler. Ancak toplantıdan sonra, Güçlü bana kendilerinin Komal olarak bu çevreyle ilişki sürdürmelerinin bazı sakıncaları olabileceğini, benim onlarla bağımı sürdürerek kendilerini devamlı bilgilendirmelerimi bildirdi. Çok üzülmüş, hayal kırıklığına uğramıştım. O günden sonra KDP hakkında bir daha Güçlü’ye söz açmadım ve hiçbir bilgi vermedim.

Aslında İbrahim çok fedakâr mücadeleci bir insandı, 74 affıyla hapisten çıkmış, Kürdistan’ı köşe bucak dolaşıyor, mücadele ediyordu. Onun etkisiyle Komalcı olabilirdim. Fakat iki şey beni bundan alıkoydu. Birincisi bu toplantıdan sonra takındığı tutum, ikincisi M. Ö. adında Diyarbakır’da okuyan bir öğrenciyi en yakın çevrelerine almaları. O öğrencinin geçmişini ve o günkü durumunu çok iyi biliyor ve güvenilmez buluyordum. Güçlü’yü bilgilendirmeme rağmen hiç bir etkisi olmadı. Komal’la dostluğumuz, Güçlü ile arkadaşlığımız devam etti ama ben Komal/Rizgarî hareketine ait olmayı o günden itibaren defterimden sildim.

TKDP üyeliğim 1975 yazına, belki de sonbaharına kadar devam etti. Bu arada Sıraç Bilgin 1974 affından yararlandı, askeri tıbbiyeden atılmıştı. KDPli arkadaşların yardımıyla Diyarbakır TIP Fakültesi’ne kaydedildi. KDP’li idi, ya da oldu. Yanında askeriyede okutulan isyanlar tarihi vardı ki bütün Kürt isyanlarını anlatıyordu. Tabi Türk askeri bakış açısıyla. Bilgin tümünü elle yazıp kopyalayarak yanında getirmişti, onu okumak büyük bir zevkti. Evet, gerici-merici diyordu, ama hiç bilmediğimiz olayları anlatıyordu. Çok yararlandık.

Sıraç gelince, bizim eleştiri ve önerilerimizle Xebat dergisini illegal olarak yayınlamaya başladık. Yazı kurulunda ben, Sıraç Bilgin, Omerê Porsipî vardı, biz yazıyor Porsipî, gece gündüz stensile geçiriyordu. Koordinasyonunda Mustafa da vardı. Mela Salih o işin başarıya ulaşmasında büyük rol oynadı, çelikten hemen hemen bir oda büyüklüğünde bir konteyner yaptılar, o dönemde evleri Diyarbakır Şehitlik’te olan bu ailenin avlusunun altına gömdüler. İçine bir teksir makinası koyup, küçük kapağını örterek tamamıyla toprakla kapattılar. Her Xebat çıkacağında kapağa rastlayan küçük bir delik açar, konteynerin içine girer, dergimizi bastıktan sonra çıkıp yeniden üstünü örterdik. Ben henüz 18-19 yaşımda Xebat’ın çıkış yazısını yazdım. Birkaç aktüel yazı da yazdım. Sıraç el yazısıyla kopyaladığı askeri isyanlar tarihinden Kürt İsyanları serisini yazdı. Bir de 1974’te Güney Kürdistan’da Mela Mustafa Barzani öncülüğündeki hareket yeniden başlayınca, Bilgin Kürdistan’ın Sesi Radyosu’ndan her gün peşmerge haberlerini önce kasete, sonra da kâğıda el yazısıyla geçirmişti. O haberleri de Xebat’ta seri yaptık.

Tabi 1975’te Eğitim Enstitüsü’nde okurken sol eğilimlerim ağır bastı. Cezayir Anlaşması ve Kürt hareketinin Güney’deki yenilgisi, İran’ın ihaneti, Mela Mustafa Barzani’nin bütün güvenini onlara bağladığı algısı beni büsbütün sola, sosyalizm saflarına savurdu.

Sıraç Bilgin’in çok sağcı bir insan olması da aramızda derin uyuşmazlık yarattı. Bu arada ben İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazandım, oraya gitme durumuyla karşılaştım. Gitmeden önce M. Fisli’ye, Sıraç Bilgin’in aşırı sağcı olduğunu, birlikte çalışılamayacağını söyledim. Sırac’ı çok beğendiğini belirterek onun kalacağını, ama istemiyorsam benim gidebileceğini söyledi. Bu dönemde daha öğretmen okulundayken oluşturduğumuz bana bağlı parti hücreleri de vardı.

1975 sonbaharında İstanbul Hukuk Fakültesi’ne kayıt yaptırıp Yeni Kapı’daki Diyarbakır Öğrenci Yurdu’na yerleştim. Bu sonbaharda TKDP’li arkadaşlarla ilişkilerim tamamıyla koptu. Diyarbakır Öğrenci Yurdu’nda Kürdistan’ın farklı illerinden gelen öğrenciler vardı; Diyarbakır, Mardin ve Urfa yöresinden olanlar çoğunluktaydı. Yurtta TKP ve DDKD taraftarları ağırlıktaydı. TKP taraftarları yurdun idaresini ele geçirmişlerdi, ancak DDKD kısa sürede gelişince ellerinden çıktı.

O bir iki yılda Ankara, İstanbul ve İzmir’de DDKD adıyla üç Kürt gençlik derneği kuruldu. Aynı birlik içinde yer almıyorlardı, ama devrimci Kürt gençlerinin farklı eğilimlerini içinde barındırıyorlardı. Zaten siyasi eğilimler fazla ayrışmamıştı. Muhtemelen özellikle Ankara DDKD Komal/Rizgarî insiyatifiyle kurulmaya başladı. İstanbul ve İzmir ise onlarla dirsek temasında olan ama aynı siyasetten olmayan gençlerce kuruldu. İstanbul’da T-KDP (Sait Kırmızı Toprak’ın (Dr. Şivan’ın) arkadaşlarının partisi) DDKD’ye egemen oldu. Ben İstanbul’a alışmaya çalışırken Yöntem Yayınları aynı siyasetin önde gelenlerinden Zerruk Vakıfahmetoğlu ile eşinin elindeydi. Eşi Doğan Özgüden döneminden beri yayınevinde çalışıyormuş, 12 Mart’ta Özgüden bırakıp yurt dışına çıkmak zorunda kalınca onun üstüne kalmıştı.

T-KDP ileri gelenleri yayınevinde bir araya geliyor, Yurtta da Kürt gençleriyle bağlarını koruyup geliştiriyorlardı. Ahmet Okçuoğlu o dönemde, hareketten ayrılmış, Kawa Yayınevi’ni kurmuş, orada ya hareketi ele geçirmeye, ya da bölmeye çalışıyordu. Aydınlıkçılarla dirsek temasındaydı. Maocu eğilimleri giderek belirginleşiyordu. T-KDP içinde Şivancılığı öne çıkarıyordu. 1976 ilkbaharında Diyarbakır’da sömürgeciliğe karşı bir miting oldu. İst. DDKD düzenlemişti. Miting başarılı geçti ama parti içindeki ayrışmalar da orada netleşti ve Kawacılar resmen ortaya çıktılar.

Aslında bu dönemin somut perde arkası gelişmeleri konusunda benim gördüklerim ve yaptıklarım, dışındaki biri olarak, özellikle perde arkasındaki, parti içindeki olaylara ilişkin verdiğim bilgiler pek sağlam olmayabilir. Henüz 19-20 yaşlarındaydım. Bu çevre benim daha önce hiç tanımadığım yeni bir çevre idi. Ben de derneğe, yayınevlerine gidiyor, yurtta kalıyordum, hatta DDKD’nin herkesçe bilinen görülen çalışmalarına aktif katılıyordum ama daha çok gelişmeleri izleyen ve herhangi bir tutumu olmayan bir taraftardım.

Kawa Yayınevi’nin yayınladığı ilk kitap Roger Lescou’nun Fransızca açıklamalı Kürtçe Gramer kitabının Dr. Şivan tarafından çevrilen Türkçe açıklamalı Gramer’iydi. Kitabın dizgi hatalarını düzeltmek için çıkarılan ilk müsveddelerini Okçuoğlu bana vermiş ve Kürtçe bölümünü tashih etmemi istemişti. Bir bölümüyle uğraşmıştım. Çünkü daha o dönemde akranlarıma nazaran oldukça ileri düzeyde Kürtçe okuyor ve yazıyordum.

Ailede zaten hep Kürtçe konuştuk ve bu dille büyüdük. Medreselerde Xani’nin Nubihar’ını, Batê’nin Mevlid’ini, Mela Xelîlê Sêrtî’nin Nehcü’l Enam’ını okudum. Cîgerxwîn’in Lübnan ya da Suriye’de Latin alfabesiyle yayınlanmış şiirlerini okuyordum. Melayê Cizîrî’nin Diwan’ı, Mem û Zîn fakilerce sık sık okunan eserlerdi. Başka klasik şairler de vardı. Ayrıca medrese çevrelerinde şiir yazan dönemin faki ve melaları da vardı. Onları da duyuyorduk. Bir de daha Siverek’te orta ikinci sınıfta iken bir gün Diyarbakır’dan gelen babam, M. Emin Bozarslan’ın Alfabe’sini beraberinde getirmişti. Defalarca okudum. Kürtçe Latin alfabeyi ilk oradan öğrendim.

1976 yaz başında Diyarbakır’da Zeruk Vakıfahmetoğlu’nun elinden aldığım T-KDP program ve tüzüğünü okuyarak parti üyesi oldum ve doğrudan Diyarbakır mahalli (il) komitesi üyeliğine atandım. Artık eğitime dönmedim, yurt dışına çıkıncaya kadar Diyarbakır’da kaldım.

İlk dönemlerde metropollerde ve Kürdistan’ın farklı şehir, kasaba, hatta köylerinde kurulan gençlik, kültür ve benzeri legal mücadele platformu niteliğindeki dernekleri ele geçirme yarışı başlamıştı Kürdistan’da. Derneklerin çoğunu, T-KDP geleneğinden gelen yöneticilerin etkilediği yeni gençlik hareketi ele geçirdi. Ardından bu dernekler, DDKD adıyla merkezi ve şubeleri olan bir hiyerarşi içinde merkezi örgütlenme dönemlerini başarıyla sonuçlandırdılar. O yıllarda merkezi Diyarbakır’da olan, elliye yakın şube ve kitlesel örgütsel yapıya sahip platformları olan bir oluşum ortaya çıktı. DDKD’lerin merkezileştirilmesi döneminde M. Ç. ile birlikte çok aktif yer aldım, hemen hemen bütün toplantılara katıldım. Kurulduktan sonra ben parti içinde gençlik alanındaki sorumluluğu değil, Diyarbakır düzeyinde sendikal alanda sorumluluğu üstlendiğimden işçiler arasında sendikalarda görevler aldım. Diyarbakır Yol İş’te, Genel İş’te, DİSK 10 Bölge’de fiili eğitimler verdim, parti adına komiteler kurarak sendikalarda etkin olmaya çalıştık.

Bir ara Belediye işçilerine sürekli eğitim verdiğim bir dönemde işçileri alarak Diyarbakır’da yapılan bir mitinge katıldık. Miting sonrası şubede değerlendirme yaptık, bütün işçiler memnundu. Fakat bir çöpçü arkadaşımız mahcup bir şekilde ‘’Hocam her şey güzeldi, fakat sık sık bağırıyorlar ve kahrolsun süpürgeciler diyorlardı. Anlamadım süpürgeciler ne yapmış ki’’ dedi. Tabii durumu anlayarak çok gülmüştük; mitingde sık sık bağırılan ‘’Kahrolsun sömürgeciler’’ sloganını temizlik işçimiz, ‘’Kahrolsun süpürgeciler’’ diye anlamıştı!

En son görevim sendikalarda 12 Eylül rejimine doğru Disk 10. Bölge temsilciliği (yeri Diyarbakır’da olan Güneydoğu ölçeğinde) eğitim uzmanlığı idi. Sait Aydoğmuş hem parti merkezinde hem de önce DİSK Gıda İş’te, 10. Bölge’de, ardından DİSK Gıda İş Genel Merkezi’nde idi. Sendikal alanda benim sorumlum Aydoğmuş’tu. Çok beraber çalıştık, Diyarbakır’da Tek Kapı karşısındaki bekâr evinde onunla ve M. Ç. ile beraber kaldık.

Ben 1976 ağustosunda Bismil’de ilk kez Kürtçe sazlı sözlü, şarkılı bütün kasabaya sesi yayılan bir düğünle evlendim. Babam kızmıştı, müzik günahtır diye evi terk etmişti. Fakat anladığım kadarıyla müziğin Kürtçe olmasından çok korkmuş, başımıza bir şey gelebileceği endişesiyle bizi engellemeye çalışmıştı.

Düğünden yaklaşık kırk yıl sonra, Diyarbakır’da babamın taziyesine gelen Bismilli arkadaşlar arasında orta yaşlı bir hemşerimiz, elimi sıkarken ‘’Murad, senin Bismil’de yaptığın o Kürtçe sazlı sözlü düğün kulaklarımızda hala çınlıyor. O zaman çok küçüktük, ama bizi çok heyecanlandırmıştı, bütün Bismil’i etkilemişti,’’ dedi. Bismil’in nüfusu o zamanlar 10 bin dolayında idi.

Sazı ve sözüyle Silvan’da öğretmen olan daha sonra Özgürlük Yolu saflarında yer alan İlhami’yi ve ekip arkadaşlarını düğüne getirmiştik, onlar çalıp söylüyorlardı.

Parti’nin 1975’ten sonra Suriye’de kurulan ve genel sekreteri Celal Talebani olan YNK(Yekîtî) ile yakın bir ittifakı vardı. Bazen arkadaşlar Suriye’ye geçip onlarla görüşüyor, daha çok da onların yönetici ve peşmergeleri pek çok kez de ekipman ve lojistik ihtiyaçları Suriye’den sınırdan kaçak geçirilip, partimizin Urfa (özellikle Viranşehir, Siverek), Mardin, Diyarbakır (özellikle Silvan), Bitlis, Van ve Hakkâri örgütleri aracılığıyla Güneyin İran, Irak sınır bölgelerinde öbür tarafa geçiriliyordu. Aynı dönemde KDP (Geçici Komitesi)yönetici ve peşmergeleri de hem İran, hem de saydığım diğer şehirler üzeri geçiriliyorlardı. Bu, sınırda Hakkâri bölgesinde ve sınır ötesinde özellikle Yekîtî’nin Behdinan bölgesine girme girişimlerinde KDP ile Yekîtî arasında çatışmalara varan rekabetlere yol açıyordu. Birkaç kez de çok trajik olaylar yaşandı ve tümümüzün yaşamında derin izler bıraktı.

Celal Talebani, 1977 baharında uçakla yurt dışından İstanbul’a, oradan da Diyarbakır’a geldi. Bizzat parti sekreterimiz Ömer Çetin arabasıyla onu Van’a götürdü, Muhterem Biçimli arabayı sürmüştü. Orada Alişêr’in sorumluluğu altındaki arkadaşlar Hakkâri üzeri onu üçlü sınıra yakın bölgede Yekîtî’nin sınırın hemen güneyindeki dağlarda bulunan peşmerge üslerine yetiştirdiler. Noşîrwan Mustafa, Suriye sınırından geçirilerek birkaç gün Diyarbakır’da bir evde barındırıldıktan sonra, Van üzeri Güney’e geçirildi. Salar pek çok kez gelip gitti. Aslında Yekîtî’nin çift yönlü gidiş gelişleri 1977-1979 arası çok oluyordu. Ayrıca Dr. Mahmut Osman, Resul Mamend ve Adnan Müftüler, KDP Qiyada Merheli (Sonra Kürdistan Sosyalist Partisi) yöneticileri ve diğer arkadaşları da pek çok kez geçirildi. Diyarbakır (Silvan’ı özellikle anmak lazım) Viranşehir, Siverek, Van ve Hakkâri örgütleri olarak büyük bu geçiş ve desteğe büyük katkılar yaptık.

1977 sonbaharında, parti yöneticilerimiz A, E. A, H. T ve Hakkâri’den bazı yöre sorumlularımızla Gever ve Şemdînan üzeri Yekîtî’nin sınırın hemen güneyindeki kamplarına gittik. Celal Talebani, Noşîrwan Mustafa ve Ali Askeri’nin bulunduğu yönetici kamplarıydı bunlar. Aramızda gidiş gelişler konusunda bazı sorunlar vardı. Partimizin güvenliği ile ilgili hassasiyeti göstermiyorlardı, bazen katkı alanında görevli arkadaşlarımızla partiden habersiz ilişki kuruyor, iş yapıyorlardı. Hatta onlardan kimilerini örgütlemeye çalışıyorlardı. Silahlarını yörenin kaçakçıları ile geçiriyor, kaçakçılar yarısını satıp onların ilgilileriyle paylaşıyor, kalanın çok azını sınırın ötesine yetiştiriyorlardı. İhtiyatsızlık, aşiretlerle ve yöredeki devlet yöneticileriyle iş yapma konusunda KDP’yi eleştiriyorlar ama aynı şeyi kendileri de daha fazlasıyla yapıyorlardı.

Bunlar bizi rahatsız ediyordu. Bir de biz sosyalizm saflarında Sovyet yanlısı bir doğrultuda iken, medya, onların, özellikle de Komele’nin Maocu, üç dünyacı görüşler taşıdığını belirtiyordu. Biz Türkiye’nin içinde Maocularla ‘’kıran kırana’’ mücadele ederken, burada nasıl onlara yardım ederdik.

Velhasıl kampta bütün bunları Mam Celal, Noşîrwan Mustafa ve diğer yöneticilerle görüştük. Her konuda güya anlaştık. Hatta kendi elimle bir işbirliği anlaşması metni yazdım, uluslararası durum değerlendirmesi bölümünde ‘’başını Sovyetler Birliği’nin çektiği dünya sosyalist sistemi….’’ diye başlayan Sovyet yanlısı belirlemeleri koydum, Mam Celal de, Noşîrwan Mustafa da gözü kapalı imzaladılar. Hiçbir sorun yoktu!

Dağ başında, kampta bir sabah uyanınca baktık kahvaltıya kesilen kuzuların kipe bumbarlarını, kele paçalarını hazırlamışlar. Kahvaltıyı onunla yaptık, öğle yemeği kuzu etli yemekler… Tadı hala damağımda olan o kahvaltı ve öğle yemekleri de keyfimizi getirmişti.

Dönüş anımız trajik oldu. Tam o anda Hakkâri bölgesinde KDP bazı aşiretlerle birlikte silah nakliyatı yapan bir YNK peşmerge müfrezesinin önünü kesmiş, çatışma olmuş ve Yekiti’den önemli peşmerge yöneticilerin de olduğu insanlar ölmüştü. Ben kampta kaldım, diğer arkadaşlar Şemdinli üzeri Van’a dönmek için kiralanan bir arabayla yola çıktılar. Silahla önleri kesildi. Arabaları kurşunlandı, bozuldu, arkadaşlarımız dağıldılar. Sonra hepsi sağ selim ama yaya olarak menzillerine yetiştiler. Bunları duyunca Yekîtî kampı oradan kaldırma kararı aldı. Ben, yöredeki köylü gençlerden birinin rehberliğiyle tek başıma bir köye, Şemdinli’ye, ardından Gever’e yetiştim, oradan Van üzeri Diyarbakır’a döndüm.

Bir keresinde de hem onlarla hem de Suriye’de bir Kürt partisi olan Hevgirtina Gel’le görüşmeler yapmak üzere E. A ile Suriye’ye, oradan Lübnan’a gittik. Kürt, Arap ve Filistin partileriyle görüştük. Bizim Lübnan’da ilişki içinde olduğumuz Kürtler Hevgirtin’in sekreteri Salah Bedreddin, onun partisinde yönetici ama aynı zamanda Lübnan Devrimci (Müslüman) cephesinde yer alan Lübnanlı bir Kürt partisinin sekreteri olarak görünen Mustafa Cuma ile ilişkilerimiz oldu. Gezimiz genellikle olumlu geçmişti. O dönemde KDP ile YNK arasındaki bir büyük çatışmada Ali Askeri ve arkadaşları esir alınmış ve sonra öldürülmüşlerdi. Şam’da bunların çocuklarını gördük ama sağlıklı bir haber verebildiğimizi hatırlamıyorum. Suriye’den döndük.

Yekiti’yle aramız kopma noktasına geldi. Çünkü Necmeddin Büyükkaya onlarla yakın ilişkiye devam etti. Onlar da kendisine özel bir destek verdiler. Merkez Komitesi Büyükkaya’ya altı ay üyeliği dondurma cezası vererek evde oturması talimatı verdi. Ancak Büyükkaya Suriye’ye gidip Yekîtî’ye aktif yardıma devam etti. Bunun üzerine Necmettin Büyükkaya MK ve PB üyeliklerinden de alınarak ihraç edildi. O, ihraca fazla tepki göstermedi. Kendine göre küçük bir ekip kurarak YNK’ye yardıma devam etti.

Bu dönemde şahsen içinde olduğum bir olayı anlatmak istiyorum. Daha çok Noşîrwan Mustafa’nın ve diğer Komele yöneticilerinin kışkırtmalarıyla Yekîtî yöneticileri, bilen bilmeyen, yıllardır, ‘’DDKD’liler YNK’nin parasını yedi’’ diye bir yaygara koparırlar.

Olayın aslı şu: Bir ara YNK, Van örgütümüze 14 bin Alman Markı teslim etmiş, korunsun, gerektiğinde geri alınsın diye. Onlar da parayı getirerek Diyarbakır örgütüne teslim ettiler. Paralar partili bir üyenin evinde emaneten bırakıldı. O dönemde ülke içinde insanların evinde ya da üstlerinde döviz yakalandığında suç işlemi görüyordu. Ailenin durumuna göre de biraz fazla bir döviz görünüyormuş ki götürüp TL’ye çevirmişler, öyle emanet tutuyorlar. Bir ara Yekîtî PB üyesi Salar Diyarbakır’a gelip o parayı parti adına benden istedi. Ben de görüşmeden bir saat önce onu Diyarbakır Dağ Kapı’da KUK yöneticisi M. F. ve ihraç edilen Büyükkaya’yla gezer görünce çok kızmıştım. Özellikle KUK’la KDP yüzünden nerdeyse çatışma halindeyken böyle kol kola olması beni aşırı kızdırmıştı.

Parayı isteyince, önce ‘’seni tanımıyorum’’ dedim, ‘’nasıl, sen benim PB üyesi olduğumu biliyorsun’’ deyince de kasıtlı olarak ‘’Eskiden öyleydin, şu anda da öyle misin, parayı ne yapacağını ne bileyim’’ falan anlamında konuştum. O da kızarak ‘’Süleymaniye’nin yarısı benim babamın mülkü, o parayı mı yiyeceğim’’ dedi. Sonra görüşmek üzere anlaştık. Geldim, Ömer Çetin’e meseleyi anlattım, ‘’haklısın, ama para meseleleri çok hassastır, götür ver’’ dedi. Götürüp verdim. Tabi bu arada TL’ye çevrilmiş, TL değeri düşmüş ve 14 binden daha az bir para ediyor. Ne kadardı bilmiyorum ama az bir miktar eksikti. Anlatım nedenini Salar’a. Artık parayı nasıl harcadı bilemiyorum fakat bir süre sonra, ‘’DDKD bizim paramızı yedi’’ şayiasını çıkardılar. Kaçakçılara, aşiretlere, işbirliği yaptıkları yöresel yöneticilere on binlerce, yüz binlerce lira değerinde rüşvet verdiler, ortak ticaret yapıp harcadılar, problem olmadı, hesap sorulmadı. Mark karşısında değeri düşen yanımızdaki emanet para iade olduğu halde yenmiş gibi gösterildi. Mesele bu….

Büyükkaya’nın ihraç edilmesinden sonra MK kararıyla M. Ç ve ben aynı anda MK ve PB üyeliğine alındık. 1982’de Lübnan’da yapılan kongreye kadar o görevde kaldım.

Diyarbakır komitesinde iken Bismil parti örgütlenmesiyle ilgileniyordum. Rahmetli Vedat Aydın’ı partiye üye yaptım, sonra, ondan, K.Y. ve M. N.’den oluşan Y tipi bir komite kurduk. Ben daha çok Diyarbakır’da kalıp partinin genel çalışmalarından bir bölümle (medya, basın yayın ve kültür organları, parti program ve politikaları ile ittifak ve işbirliği sorunlarını başka arkadaşlarla yürütüyor, yetkilerim sonucu genellikle oluşturulan komite ve çalışma gruplarının sorumluluğunu üstleniyordum) ilgilendiğim için Vedat Aydın ve Bismil’de kalan arkadaşlar oranın örgütlenmesiyle ilgileniyorlardı. Ben merkeze alındığımda Aydın benim yerime Diyarbakır il komitesi üyesi de oldu. Bir iki yıl içinde Bismil’de oldukça yetkin ve yaygın bir DDKD/Parti örgütlenmesi ortaya çıktı. Çok dürüst, çalışkan ve fedakâr arkadaşlar mücadeleyi orada oldukça yükselttiler.

Parti içinde MK ve PB üyeliği yaptım. Sait Aydoğmuş’la beraber sendikal alanda sorumluluk üstlendiğimi belirttim. Medya alanının sorumluluğu M. Ç ile bendeydi. M. Ç. gençlik alanının sorumlusu olarak Devrimci Demokrat Gençlik gazetesinin sorumlusuydu. Ben de redaksiyondaydım, yazı yazıyor ve gençlik alanındaki bazı arkadaşlarla basım ve dağıtım koordinasyonuna da katılıyordum. Partinin illegal merkezi yayın organı Pêşeng dergisinin genel koordinatörüydüm ve benim sorumluluğum altındaydı. M. Ç. redaksiyondaydı. Merkez dışından parti üyeleri de yazı yazıyorlardı. Derginin basımı Kulp’un Hevêdan mıntıkasında, oldukça ıssız bir dağlık bölgesindeki bazı zomlarda yerleştirilmiş olan bir teksir makinesiyle yapılıyordu. Basım sırasında oraya gidiyordum. Dış riske karşı kimi köylü üyelerimizin silahlı nöbet ve gözetlemeleri altında dergiyi basıyor bir bölümü yaya bir bölümü arabayla geçen bir yolculuktan sonra Silvan’a getiriyor ve oradan dağıtıyorduk.

Parti 70’lerin sonlarına doğru Tîrêj adlı tamamıyla Kürtçe (Kurmanci ve Dimilkî/Zazakî) bir kültür ve edebiyat dergisi çıkardı. Toplam dört sayı çıkarılabildi. 12 Eylül Darbesi’ne denk gelen son sayısı daha sonra yurt dışında tekrar yayınlandı.

Yasal bir dergiydi. Resmi sahibi ve sorumlu yazı işler müdürü vardı. Fakat esasında parti adına derginin sorumluluğunu ben yapıyordum. Hem redaksiyondaydım, hem de koordinasyon işlerinden sorumluydum. Merkez Diyarbakır’daydı. Redaksiyonunda Rojen Barnas, Malmîsanij, Ahmet Beyik, Mehmet Tanrıkulu vardı. Dışarıdan dost ve arkadaşlar yazı yazıyor, resim yapıyorlardı. Şair Berken Bereh ilk kez Tîrêj’e şiir yazdı, orada yayınlandı.

Son sayısının idare yeri, Diyarbakır’da sıkıyönetim ilan edildiği için İzmir gösterildi. İstanbul’da TSİP’li arkadaşların elinde olan matbaalarda basılıyordu. TSİP’li arkadaşlara minnettarım, özellikle dizgici ve basımcılara… Türklerdi, tek kelime bilmiyorlardı ama kurşun harfleri tek tek Kürtçe diziyorlardı. Çok zorluk çektiler. Tîrêj’in tirajı dört bindi. Tabi örgütlülük sayesinde tümü dağıtılıyordu. Devrimci Demokrat Gençlik de 9-10 bin tiraj yapıyordu.

Parti legal teorik bir yayın olan JÎNA NÛ dergisini çıkarmaya karar verdi. Birkaç sayı çıktı. Darbeye çarptı o da… Bu derginin de parti adına fiili sorumlusu ve koordinatörü idim. Redaksiyonu Diyarbakır’da idi. O zaman, İnşaat (mı Mimarlar mıydı tam hatırlamıyorum) Odası’nda Hatip Dicle (o zaman Hatip Şakşak’tı ismi) yönetimdeydi, redaksiyon genellikle orada çalışırdı. Hatip Dicle de redaksiyondaydı. Uzun bir araştırma yazısının çıktığını hatırlıyorum. DDKD sorumlu ve yöneticilerinden arkadaşlar da vardı. Mahmut Çıkman ve Vildan Tanrıkulu’nu iyi hatırlıyorum. On binin üzerinde tirajı vardı.

Parti’nin adı başında T-KDP idi. Ancak 1974 affından sonra aktifleşir aktifleşmez, yöneticiler, program ve tüzüğündeki bazı maddelerin o döneme göre eskidiğini gördüğünden üyelerine hep adını ve kimi maddelerini değiştirecekleri söylenirdi. Bu doğrultuda bazı arkadaşlar görevlendirildi, bir taslak hazırlanıp parti örgütleri içinde tartışmaya açıldı. Bütün yörelerden ve gençlik, kadın ve işçi birimlerinden insanların katkısı oldu. Özellikle DDKD saflarında becerikli gençler vardı. M. Ç ile ben daha mahalli komitelerde iken program değişiklik komitesinin sorumluluğuna getirilmiştik. Bu arada merkezi sorumluluklar alınca daha da yetkili olarak o görevi yürüttük. Sonuçta bir taslak çıktı. Eski tüzüğe göre kongrenin toplanamadığı koşullarda merkez komitesi kongre yetkisinde kararlar alabiliyordu. Bu nedenle program ve isim değişiklikleri böylesi süreçler sonunda gerçekleşti.

Son süreçte M. Ç ile ben parti adının Kürdistan İşçi Partisi olmasını istiyorduk, merkezdeki diğer arkadaşlar Kürdistan Ulusal Devrim Partisi adından yanaydılar. Onların isteği oldu. MK üyesi Şêxê (Xalit,) arkadaş bu arada Suriye’ye gitti ve bu adla bir mühür bastırdı. Ancak dönüşte sınır boyunda trende mühür yakalandı. M. Ç. ile ben, bunu fırsat bilerek madem mühür ele geçti, en iyisi bu adı hiç kullanmayalım dedik ve yine kendi önerimizi getirdik. MK üyesi arkadaşlar da uygun gördüler.

Bunun üzerine partinin adı Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkerên Kurdistanê) oldu ve Beyrut’ta yeni ad ve program basıldı. Değişiklik kararı muhtemelen 1978 sonbaharındaydı. İlhamımızı Vietnam İşçi Partisi’nden almıştık.

Ancak bu karardan hemen sonra, henüz kamuoyuyla paylaşmamışken, Apocular, Partiya Karkerên Kurdistanê (PKK)’yi kurduklarına dair bir bildiri yayınladılar. Tabi biz çok zor bir durumda kaldık, parti adını artık kamuoyuna açıklayamadık, ama durumu diğer parçalardaki ve Orta-Doğu’daki dost ve müttefiklerimize bildirdik. Ülke içinde de en çok Türkçe kısa adını (KİP) kullanır olduk. Bu nedenle 12 Eylül davalarında bizimle ilgili olarak KİP/DDKD davaları açıldı. Tabi Apocuların bu hareketlerini devletin elinin içinde olduğu bir girişim gibi gördük.

12 Eylül öncesinde iki önemli parti kampanyasında daha birinci dereceden saha sorumlusu olarak bulundum, onlara da değinmek isterim.

Biri 1979 Ekimindeki senato üçte bir yenileme seçimleriydi. Mardin, Siirt, Van, Hakkâri gibi illerimiz de o seçime giriyorlardı. Seçimlerde legal bir sosyalist parti olan TSİP’le ittifak yaptık. Parti üye ve dostlarımızdan bazı adayları TSİP listesinden gösterdik. TSİP’in de o zaman tek kanal olan devlet televizyonundan seçime bir hafta kala her gün diğer partiler kadar propaganda yapma hakkı vardı. Bir mi iki mi arkadaşımızı TSİP adına televizyona çıkarma kararı verdik. Özellikle senato meclisi adayı olan öğretmen Gani Sungur arkadaşımızın TV konuşması olay oldu.

Ankara’ya gitti, önce konuşmasını banda aldı, fakat Kürt halkından bahsettiği için TRT yayınlamayacağız dedi. Bunun üzerine ona canlı yayında çıkıp konuş dedik. Canlı yayına çıktı. Konuşmasının bir bölümü de, konulan yasaklamayla ilgiliydi ve Kürt halkının adını verdiği için böyle olduğunu oysa Kürtlere küfreden insanların mesela Türkeş’in açıklamalarının yasaklanmadığını ve devletin Kürtlere düşmanlık yaptığını söyledi. Tabi konuşma Türkiye’de bomba gibi patladı. İlk kez TV’de Kürt halkından, mücadelesinden bahsediliyordu. Kürdistan’da coşku ve heyecan yaratmıştı. Seçim bölgelerinde kahveler konuşmayı dinlemek için dolmuş, ardından da coşmalar olmuştu. Türkler arasında da öfke ve kızgınlık yaratmıştı. Hatırlıyorum, Nazlı Ilıcak o zaman Tercüman gazetesinde ‘’Anahtar Deliği’’ adlı köşesinde, ‘’devletin bakir tek bir kurumu kalmıştı, ona da tecavüz ettiler’’ anlamında bir yazı yazmıştı. TSİP’le ittifakımız bayağı oy almıştı, özellikle Kürt şehirlerinde… Mardin’de galiba oran %18’e varıyordu.

O işbirliğinde, parti adına heyetimizin sorumlusuydum, çok güzel olan ortak seçim deklarasyonumuzun bizim tarafta hazırlayanı ve merkezi düzeydeki ortak açıklamaları, konuşmaları, çalışmaları koordine eden yetkilisiydim. Kampanya aslında barışçıl mücadeleyle çok büyük kazanımlar elde edilebileceğine ilişkin çok güzel bir örnektir.

İkinci önemsediğim olay, DDKD, Özgürlük Yolu ve Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları arasında 12 Eylül öncesine gelen 1980 yılı başlarında deklare edilip çalışmalara başlayan Ulusal Demokratik Güçbirliği (UDG)’dir. UDG müzakerelerinde, program ve yönetmeliğin hazırlanmasında ve o zamanki üç büyük hareketin ittifakından çıkan oluşumun kuruluş ve ilk dönem çalışmalarında, hareketimiz heyetinin başında bulundum. Bütün dokümanların oluşturulmasında yer aldım. Mücadeleye başlayınca da hareketimiz adına merkezinde görev aldım.

UDG, 1980 Nevrozunda bir bildiri yayınladı. Bildiriyi her üç hareketin taraftarları geniş bir biçimde yaydılar. Diyarbakır’da sıkıyönetim vardı. Bu tür faaliyetler, illegal ya da sivil itaatsizlikler çerçevesinde yapılıyordu. Bildiri bir film gösterimi sırasında, karanlıkta Dilan Sineması’nda okundu. Okuma anında kimse dışarı çıkmasın diye ekipten Özgürlük Yolu taraftarı bir üye sinemanın kapısını tutmuş. Bildiri okununca içerde olan bir astsubay sinemayı terk etmek üzere kapıya gelmiş. Kapıda engellenince silahını çekmiş, aynı anda kapıdaki genç de silahını çekmiş. Kazayla mı kasıtlı mı bilmiyorum, bu olayın mahkeme belgeleri var, oradan doğrulanmasında fayda var, silah patlayınca astsubay orada yaşamını yitirdi.

Olayın ardından geniş bir tutuklama kampanyası başladı, ilk ele geçenler, UDG’de yer alan merkezi ve yönetici arkadaşlarını da ele verdiler. Nazif Kaleli o zaman yakalandı ve darbe gelince hapiste kaldı. Tabi ifade verenler bizden ve KUK’tan UDG’de görev alanların da isimlerini verdiler. Ben bu olay nedeniyle aranmaya başladım ve 12 Eylül’e daha birkaç ay kala Nisan ayında sahte bir pasaportla Almanya’ya çıktım.

UDG Dr. Şivan’ın (Dr. Sait Kırmızıtoprak) arkadaşları olarak bilinen KİP/DDKD, Sait Elçi’nin arkadaşları olarak bilinen KUK ve Kemal Burkay’ın arkadaşları olarak bilinen Özgürlük Yolu’nun içinde yer aldığı bir örgüttü. Başka örgütlere (bildiğim kadarıyla Ala Rizgari’ye) de çağrı yapılmıştı. Ama sonuçta bu üç örgüt anlaşmıştı. Bunlar o dönem Kürdistan’ın üç büyük ve ciddi örgütleriydiler ve mücadeleyi yüzde altmış yetmiş üzerinde temsil gücüne sahiplerdi. Daha önemlisi Dr. Şivan ile Sait Elçi’nin arkadaşları beraber, ortak mücadeleye karar vermişlerdi. Bu çok büyük ve güzel bir olaydı. Bu aslında kimi kışkırtmalara ve diriltme çabalarına rağmen 12 Mart sonrası DDKD ve KUK gençliğinin sağduyulu çabasıyla Şivan-Elçi çelişkilerinin hemen hemen hiç su yüzüne çıkmadığını gösterir. Şahsen bizim parti adına bildiğim kadarıyla o olayların en yakın tanığı Ömer Çetin dâhil olmak üzere hiçbir arkadaşımız, çelişki ve çatışma çıkarıcı bir eğilim taşımadılar. Dışarıya karşı olmadı. Muhterem Biçimli ve Mela Abdulkerim Ceylan’ların vefatlarından önce Silvan örgütlerimizde Şivancı olma heyecanı büyüktü. Onların aramızdan ayrılmalarıyla izleri kaldı ama o heyecan da söndü. Onun ötesinde parti içinde tek tük sempatizanlar düzeyinde oluyordu. Şivan’a saygı her keste vardı, fakat bunu düşmanlık ve çatışma boyutunda diriltme yoktu.

Sadece Ahmet Okçuoğlu partiyi ele geçirmeye ya da bölmeye kalkışınca Dr. Şivan adına sarıldı. Onun kitaplarını basarak sahiplenmeyi denedi. Parti o dönemde Şivan’ı ona karşı sahiplenerek korudu. Kawa ile sıcak karşılaşmalar sönünce o ruh da tekrar söndü. Ben aslında bunu çok büyük bir olumluluk olarak görüyorum. Çelişkileri hala diriltmeye çalışanları görüp duydukça da bunu belirtmeyi özellikle önemsiyorum.

Ben yurt dışına gidinceye kadar da UDG yaşıyordu. Fakat Nevroz kampanyasında aldığı darbe nedeniyle sarsılmış ve geri çekilmişti. Tabii darbeye doğru giden genel ortam da giderek sertleşiyordu. Sonra daha çok yurt içinde üst sorumluluk alan arkadaşların açıklığa kavuşturmalarında yarar olabilecek nedenlerle ölüme terk edildi. Hatta çelişkiler çıktı, bizim arkadaşlarla Özgürlük Yolu arkadaşları arasında sözlü ve yazılı polemikler de doğdu. Ayrıntılara girmenin yeri burası değil. Ama ben UDG’yi o zaman da bugün de çok önemsiyorum ve dağılmasını büyük bir kayıp olarak görüyorum.

Almanya’ya gitmek üzere İstanbul’da beklerken Ömer Çetin’in babası Niyazi Ağa karanlık kışkırtmalarla kirli ellerce katledildi. Bu, partiyi oldukça sarstı. Sarsılanlar arasında onu yakından tanıyan ben de vardım. Tam Kürt yurtseveri bir adamdı. Mücadelemize sempati duyuyor, bizi çok sevip sayıyordu. Hem Stalin’e hem de Hitler’e yiğit, kahraman atıflarında bulunduğuna da şahidim. ‘’Hitler yaman biriydi ama büyük bir yanlışlık yaptı, Stalin’e çattı. Onun sonunu getiren o oldu’’ diyordu. ‘’Kürdistan kurulunca Karacadağ’ı bana teslim edin, etrafını tel örgülerle sarar onu bir çalışma kampına dönüştürürüm. Bütün esir askerlere Karacadağ’ın taşlarını temizletirim,’’ diye şaka yapardı.

Nisan 1980’de TKP geleneğinden gelen M. D (A.T) arkadaşla birlikte Almanya’ya çıktık. Almanya’ya 10 Mayıs’ta vardık. Dört ay sonra 12 Eylül darbesi gelince 27 Eylül 1980’de İsveç’e iltica ettim. 1981 yazında eşimi ve üç çocuğumu da Nusaybin’de Suriye sınırından kaçak geçirterek Suriye ve Lübnan üzeri Beyrut’tan hava yoluyla Stockholm’e getirdim. Üç kızım vardı. Küçüklerdi, en küçüğü anne kucağında. 1988 yılında bir kız çocuğumuz daha oldu. Yerleştik, çocuklar okudular, iş buldular, evlendiler. Şu anda çoluk çocuğa da karışmışlar.

1992 yılına kadar aktif parti siyasetinde kaldım. 1992den itibaren örgütsel siyaseti tamamıyla terk ederek Kürt dili, edebiyatı ve tarihi üzerine çalışmalara yoğunluk verdim. Tabi genel aktüel siyasi yazıların yanında, uzun ve orta vadede perspektifleri kollayan teorik yazılar da yazdım. Aslında ben her iki partide farklı düzey ve alanda görevler üstlendiğim halde onların basın yayın, medya, bilim ve kültür alanlarında çalıştım, görev ve sorumluluklar üstlendim. Bu nedenle örgütsel yaşamı bırakırken bilim, kültür ve edebiyat alanındaki çalışmalarım doğal olarak devam etti. Bugüne kadar Kürt dili, edebiyatı ve tarihi üzerine kitaplarım makalelerim çıktı, kamuoyunda bilindikleri için onlara burada yer vermiyorum.

Yurtdışındaki yaşamıma geçmeden önce bendeki ve partideki ideolojik değişime de birkaç satır ayırmak isterim.

Parti, Sait Kırmızıtoprak’ın (Dr. Şivan’ın) fikirleriyle doğdu. O yabancı dil de(Fransızca) bildiği için dünyadaki gelişmeleri yakından izlemiş, kendi dönemindeki ulusal kurtuluş hareketlerinden çok etkilenmişti. Devrimci sosyalistti. Uluslararası sosyalist hareket içinde bir saf tutmaz Sovyetlere ve Çin’e eleştirici yaklaşırdı. Hatta onun dört dünya teorisi diyebileceğimiz tespitleri vardı. Dünya dört kampa ayrılmıştı ona göre; sosyalist kamp, kapitalist-emperyalist kamp, üçüncü dünya ülkeleri ve dördüncü olarak bu üçüncü dünya ülkelerine bağımlı sömürge ülkeler. Ona göre sosyalist kamp, emperyalist-kapitalist kampa karşı mücadelede onun boyunduruğundaki üçüncü dünya ülkelerine, sömürgelere ve ulusal kurtuluş hareketlerine yardım ediyordu. Aynı şekilde kapitalist dünya da sosyalist kampın boyunduruğundaki ülkelerin hareketlerine yardım ediyordu. Fakat her iki taraf da üçüncü dünya ülkelerinin baskıları altındaki halklara (dördüncü dünyaya) yardım etmeyi ret ediyordu. Kürdistan halkı da üçüncü dünya ülkelerindeki İran, Irak, Suriye ve Türkiye’ce baskı altında tutulduğu için sosyalist kamp ile kapitalist kamp onu görmezden geliyorlardı.

Dr. Şivan tabi bu arada FOCO teorisine de bağımlıydı. Silahlı mücadeleye, gerillaya oldukça inanırdı. Şiddeti oldukça önemser, siyasi iç ve dış rakiplerine karşı şiddet uygulamayı, komplo yapmayı hoş görürdü. Sait Elçi, aslında böylesi bir anlayışın eseri olarak Güney Kürdistan’da 11 Mart anlaşması sonucu çıkan otonom bölgede (Bamernê dolaylarında) Kırmızıtoprak ve arkadaşlarının kararlarıyla öldürülmüştür. Muhtemelen iç ve dış parmakların rolü de işin içinde vardır. Fakat olayın birinci derecede sorumlusu Dr. Şivan ve arkadaşlarıdır.

Ömer Çetin o olaylar sırasında partinin PB üyesiydi, fakat Elçi’nin tasfiyesine muhalefet ettiği anlaşılıyor. Bunun pek çok nedeni olabilir. Biri Çetin’in karakterinin böylesi karar ve eylemleri kabul edemeyecek bir yapıda olması, ikincisi de onun Sait Elçi’nin yakın bir dostu olmasıdır. Aslında Çetin Dr. Şivan’ı tanımadan önce Sait Elçi’yi tanıyordu. Ama nedense olayın aydınlanmasında da hep suskun kaldı.

1974 affından sonra Dr. Şivan’ın yurt dışından dönen, ülke içinde toparlanan arkadaşları partiyi yeniden Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi (T- KDP) isminde canlandırdılar. Elçi ve Şivan’ın öldürülmelerinden sonra Beyrut’ta yeniden yazıp bastırdıkları parti program ve tüzüğünü getirdiler. Parti kendisini Marksist-Leninist bir parti olarak görüyor, otonomiyi savunuyordu. Ancak Sovyet eğilimi olmasına rağmen tam saflaşmayla derin bir tespitin içinde değildi. Koşular ülke içinde değişmiş olduğundan, sömürgecilik tezleri, bağımsız ve birleşik Kürdistan hedefleri, sosyalizme eğilimler daha netleşmiş ve boyutlanmış olduğundan partiye üye aldıklarında, programın yeni duruma göre geri kalan maddelerini en kısa sürede değiştirip bağımsızlık yanlısı bir hedefi koyacaklarını özellikle belirtiyorlardı. Ben 1976 yaz başında resmi üye olunca bana bu ve benzeri açıklamalar yapıldı mesela.

DDKD’lerin kurulmasıyla onun içinde hızla büyüyen ve kendisini T-KDP’ye tabi kılan gençlik hareketi, İstanbul DDKD, sonra merkezi DDKD, hatta merkezden ayrı olarak davranan İzmir DDKD bazı konularda farklı siyasal görüşler benimsese de, sömürgecilik, bağımsızlık ve Sovyet yanlısı sosyalizm konusunda ileri boyutta görüşler netleştirdiler. Bu ideolojik ve siyasal olarak partiyi yönlendirdi.

Önce İstanbul’da DDKD’de yönetici olan, sonradan da Diyarbakır’da gençlik hareketinin sorumluluğunu üstlenen M. Ç., ben, İzmir DDKD’nin başkanı Fuat Önen beraber çalıştığımız DDKD’li arkadaşlar, Çin, Arnavut yanlısı (Maocu, Enver Hocacı denilen) sosyalizme karşı, Sovyet yanlısı sosyalizmin benimsenmesi için çok uğraştık, seminerler verdik, yazılar yazdık. Özgürlük Yolu da aynı hatta mücadele sürdürüyordu. Bir süre sonra salt milliyetçi bir yapıdaki KUK, orta yolcu eğilimleri olan Ala Rizgarî ve başka bazı hareketler de bu hata doğru kaydılar.

Aslında NATO’nun izlediği Kürt düşmanı politika, özellikle 1975’te Irak ile İran arasında imzalanan ve Cezayir aracılık ettiği için Cezayir Anlaşması denen anlaşma Güney Kürdistan’daki otonomi hareketine ağır bir darbe indirdiği ve bu darbede ABD ve İran Şahı Kürtlere ihanet ettikleri için, batı kampına büyük bir nefret doğdu. Sosyalizme, özellikle Sovyetlerin başında olduğu sosyalist kampa büyük bir sempati oluştu. Barzani hareketi, KDP, Sami Abdurrahman’ın, Mahmut Osman’ın partileri tümüyle Sovyetlere ve kampına yönelik bir sempati ağı oluşturmuşlardı. Çin ve yanlısı sosyalist ülkeler, Irak’ı, Türkiye’yi destekledikleri için Kürd hareketine destek için Sovyetlerden başka umut da kalmamıştı. Bu sempati Sovyetlerde Perestroyka ve Glasnost hareketlerinin ortaya çıkışına, hatta sosyalist kampın ve sistemin dağılmasına kadar sürdü.

Sosyalizmin çöküşüyle Kürtler arasındaki sempati de Marksist Leninist politikalar da çözülüp kayboldu. Biz parti yöneticileri sosyalizme, Marksizm’e, Leninizm’e inanıyorduk. Ayrıca kendi kişisel gelişim ve değişimim ve beraber çalıştığım arkadaşların davranışlarından algıladığım kadarıyla şöyle bir düşünce içindeydik: Ülkemizi boyunduruk ve sömürü altında tutan ülkeler kapitalist dünyaya bağlı, ABD müttefikleri ve NATO üyeleri idiler. Onlara karşı savaşmaktan başka yolumuz yoktu. Bu savaşta bize en iyi Sovyetler ve onunla işbirliği eden sosyalist ülkeler, komünist partiler ve ulusal kurtuluş hareketleri yardım edebilirlerdi. Bizim de aynı hedeflere karşı savaşan bu güçlerle işbirliği ve dayanışma içinde olmamız menfaatlerimiz gereğiydi. Biz Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesine öncülük edecek işçi sınıfının öncü partisi olmalıydık. Kendimizi Kürdistan’ın komünist partisi olarak görüyorduk. Ancak çok ilginçtir, Sovyetler ve ona bağlı sosyalist ülkeler ve komünist partileri, bizleri hiçbir zaman komünist parti olarak görmeyi kabul etmediler, ‘’komünistseniz gidin Türkiye, Irak, İran ve Suriye Komünist partilerinin saflarında yer alın’’ diyorlardı. Biz de bunu hiçbir zaman kabul etmedik. Komünist partilerin Kürt sorunu karşısındaki tutumları çok kötü ve şovenceydi. Kaldı ki biz bağımsız örgütlenmeyi savunuyor ve Kürdistan’ın kendi komünist partisi olmayı benimsiyorduk. Bu arada belirtmekte yarar var, Sovyetler Birliği’nin ne o ne de başka bir dönemde Kürt hareketine yardım etme diye bir politikası olmadı.

Yurt dışına çıktığımda Ömer Çetin dikkat etmemiz gereken noktalardan biri olarak da buna ilişkin uyarıda bulunmuştu. Gittiğiniz her yerde sosyalist ülkeler, komünist partiler, size eğer komünistseniz gidin içinde yaşadığınız devletlerin komünist partilerine girin, çünkü ayrı örgütlenmek milliyetçiliktir diyecektir, buna karşı duyarlı olun demişti.

Biz aslında Türkiye komünist Partisi’ne, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’ne ve Türkiye İşçi Partisi’ne çok yakın ve dostça ilişkiler içindeydik, işbirlikleri ve ortak eylemler yapıyorduk. 12 Eylül öncesinde sendikalarda, Barış Derneği’nde, diğer legal alanlarda beraber çalıştık, hatta DDKD gençliği TKP gençliği bu çevrelerle Küba Gençlik Festivali’ne katıldı, darbeden sonra Sol Birlik diye daha çok Avrupa’da aktif olan bir anti-faşist birlik de kurduk. Fakat ne biz partilerimizden vaz geçtik ne de uluslararası komünist ve sosyalist hareket bizleri Kürdistan komünist partileri olarak kabul ettiler. En çok komünist partilerin yakın müttefikleri devrimci yurtsever partiler olarak muhatap alındık. Bu aslında bizlerin de sürekli sosyalist ülkelere, komünist partilere eleştirel ve temkinli yaklaşmamıza neden oluyordu.

Daha başlangıçta; 1977-79 dönemlerinde dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmelerin hızıyla, özellikle de Kürtlere karşı uluslararası bir komplo olan 1975 Cezayir Anlaşması’yla hızla Sovyet yanlısı sosyalist kadrolar olduk. Ben şahsen Kürdistan’ın pek çok şehrinde dolaşarak Maoculuğun gelişmemesi için çok uğraştım, seminerler verdim. Başka arkadaşlar da vardı. Bunlardan biri de Fuat Önen’di. Özellikle Stalin döneminde yazılan Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tarihi’nden aldığımız teorik tezlerle, Sovyetlerin artık komünizm aşamasına geçtiğini ve geri dönüşümün olmayacağını harıl harıl savunduk. Seminerlerim sonra Yöntem Yayınları’ndan bir broşür olarak çıktı. Yazarı M. Ali Dawud olarak gözüktüğü için herkes Arap dünyasından bir teorisyen sanıyordu. Oysa 21-22 yaşında bir gencin derleyip düzenlediği seminer notlarıydı. Altımıza bir binek arabası verilmişti, V.A ile birlikte şehir şehir, kaza kaza dolaştık. Büyük etkisi oldu, Maocu hareketler bayağı zayıfladılar ve Kürdistan sosyalist gençliğinin ağırlığı bizden yana kaydı. Özellikle Diyarbakır, Silvan, Siverek, Viranşehir, Kızıltepe, Van ve Siirt Eruh’taki seminerlerin büyük etki yaratıklarını hatırlıyorum.

Fakat sonraları sosyalizmin kitaplarda yazıldığı gibi olmadığına, ne yapsak da başka ulusal hareketler için izledikleri dayanışma politikalarını bizlere karşı izlemeyeceklerine, hatta sosyalizmin kendi ülkelerinde bile kitaplarda yazıldığı gibi olmadığına ilişkin kanılar boy vermeye başladı.

Bendeki ilk kuşku henüz 12 Eylül öncesine ülke içindeyken tomurcuklandı. TKP yanlısı Konuk Yayınları’ndan ulusal sorunla ilgili bir kitap çıktı. Çağdaş Sovyet uzman ve akademisyenlerinin yazmış oldukları makalelerin bir derlemesiydi. İran ve Irak’taki Kürt hareketlerini karalamacı bir yorumun yanı sıra Türkiye’de ise bütün Kürtlerin asimile olduğu tespitleri vardı. Oysa aynı dönemde 12 Eylül öncesi Türkiye’de çok güçlü bir Kürt hareketi mücadele içindeydi.

Yurt dışına önce Edirne sınır kapısından Bulgaristan’a otobüsle çıkmıştım, oradan Sofya’dan uçakla Doğu Berlin’e, arkadaşların arabasıyla da Batı Almanya’ya geçmiştim. Bizi Sofya’ya getiren otobüs şoför ve muavinleri, yolda sakız ve külotlu naylon kadın çorapları aldılar, Sofya’da otel resepsiyonlarında çalışan kadınlara işlerini yürütmek için rüşvet olarak verdiler. Görevli kadınlara bu ‘hediyeler’’ çok cazip gelmiş, şoför ve muavinlerin her dediklerini yapıyorlardı. Bu, bende sosyalizmde sandığımız, okuduğumuz gibi gitmeyen bozuklukların olduğu duyguları yarattı. Daha sonra yurt dışında farklı sosyalist ülkelere, Sovyetler Birliği’ne, Doğu Almanya’ya, Macaristan’a, Bulgaristan’a vs gittim ve yaşanan sosyalizmin ne maddi ne de manevi olarak okuduklarımızla ilgisi olmadığını gördüm. Ayrıca Marksizm ve hele hele Leninizm’in sosyalizmin inşası ve geleceğiyle ilgili tezlerinin çok önemlilerinin üç çeyrek asrı aşan sosyalizm pratiğiyle çöktüğünü gördüm. Gorbaçov dönemi zaten her şeyi ifşa etti. Parti içinde en başta sosyalizmin, Marksizm-Leninizm’in; teoride yazılanların aksine, başarısız, hatta kötü sistemlere dönüştüklerini yazdım. Daha 1980lerin ikinci yarısından başlayarak araya mesafe koydum.

Aynı dönemde yurt dışına çıkmış olmamın, bir İskandinav ülkesi olan İsveç’te yaşayıp sosyal demokrasi deneyiminin çok daha başarılı, refah, özgürlük ve huzur getirici olduğunu yaşamamın Marksizm Leninizm’den daha emin ve kesin adımlarla uzaklaşmamda etkisi oldu. Büyük bir şans eseri, ben çok yönlü bir eğitim alarak büyüdüm, geliştim. İslami bilgiler, İslam tarihi, tasavvufu ve felsefesi, geleneksel Kürt medresesi eğitimi ve yetişme tarzı… Marksist diyalektik ve tarihi materyalizm, felsefe… Okulda eski yunan felsefesi ve edebiyatı, batıdaki ideolojik, felsefi ve siyasi akımlar ‘’batı uygarlığı’’ vs. üstelik yurt dışında önemli bir bölümünü yaşayarak öğrenme, bende çok yönlü bir gelişme ve olgunlaşma, olaylara daha geniş bir perspektiften bakabilme vb. yetenekler geliştirdi. Buna son derece şükran duyuyorum. Kendimi tek kanatla değil, çift kanatla uçan bir kuşun huzuru içinde hissediyorum.

Tabi partim aynı tempoyla bu mesafeyi alamadı, hatta bazı ayrışmalar belirdi. Bunu doğal saydım. Benim yaşadıklarımın, öğrendiklerimin, sürelerin onlarca yaşanmamasının getirdiği etkilerin doğal olduğunu kabul ettim, farklı düşündüklerime karşı kesinlikle katı bir tutum içine girmedim, en ağır yazılı eleştirilere bile çoğu kez cevap vermedim.

Parti içinde bir kaç kez 12 Eylül öncesinde, diğeri de darbe sonrasında olmak üzere ayrışmalar oldu. Bunlardan ilki Ahmet Okçuoğlu’nun başlattığı ayrışmasıydı. Bu, Çin ve Sovyet rekabeti temelinde oldu. Tabii gelişip büyüyen iyi bir mücadele örneği verdiklerine bugün inandığım Kawa hareketini, yüzlerce yönetici ve militanını, darbe öncesi mücadelelerini ve zindanlardaki direnişlerini tenzih ederim, ben hareketin en baştaki çıkışında, hep, soğuk savaşın bir stratejisi olarak batıcı güçlerin özellikle Aydınlıkçıların kışkırtma ve tetiklemelerinin büyük rolü olduğuna inandım.

Sonra Necmeddin Büyükkaya’nın ihraç edilmesi ya da ayrılması da denebilecek ayrışmada hareket maddi ve kitlesel olarak ciddi bir zarar görmedi, ama içten içe parti yönetiminin gelişmelerin gerisinde kaldığı ve sel gibi büyüyen hareketi yönetemediği yönünde eleştirilerin artmasına katkı sundu.

Daha sonra Siverekli bir grubun ayrılması, bunun hemen ardından DDKAD (Devrimci Demokrat Kadınlar Derneği) DDKD ve parti yönetiminde bu alanlardan sorumlu olan kimi yöneticiler arasındaki çelişkilerden alttan alta doğan, ifşa edilince de yön ve renk değiştirerek, Siverek grubuyla dirsek temasına geçen, DDKAD’ı parti etki alanından uzaklaştıran, parçalayıp zayıflatan bir hareket doğdu. Bunun başında M. Ç vardı. Kesinlikle ideolojik bir ayrışma değildi, bir yandan 12 Eylül öncesinde egemen güçlerin ortamı sertleştirip saldırıyı arttırmalarının, örgütler içinde ve arasında çatışmaların körüklenmesinin payı vardı.

PKK (Apocular) saldırıların mızrak ucu haline gelmiş/getirilmişti. Bu hareket legal siyasal mücadeleyi, yasal parti ve dernekleri, devrimcileri sömürgecilere, burjuvaziye karşı deşifre ve ihbar eden, onları ele veren karşı devrimci bataklıklar olarak görüyor ve bu yasal açık mücadele alanlarına şiddetle saldırıyordu.

Aslında soğuk savaş döneminin gereksinimlerine bağlı olarak, özellikle de İran devrimiyle şahlığın yıkılmasının yarattığı mevzi kaybıyla, Türkiye’de ve batıda, metropollerde komünist, sosyalist ve devrimci Türk hareketlerinin, ayrıca Kürdistan’daki devrimci yurtsever hareketlerin hızla büyümesi, sosyalizm ve sosyalist kamp etrafında güçlenmesi karşısında ABD’nin, battı ittifaklarının, özellikle NATO’nun devrimci ve yurtsever hareketleri bastırma çabaları çerçevesindeki istihbarat, karşı propaganda ve kontra eylemlerin hızı artmıştı. Bunlar çoğu kez büyük kitlelerin, hatta önemli ölçüde örgüt yöneticilerinin bile nedenlerini bu yanıyla göremedikleri ayrışma ve çatışmalar yaratıyordu. Bizdeki 12 Eylül öncesi ve kimi sonrası ayrılmalarının bu yönlü bir aspekti de vardı.

En önemli ayrışma ve bölünmelerimiz 12 Eylül darbesinden sonra oldu. Önce ikiye, sonra çok yönlü parçalanmalara tanık olduk. Bir yandan 12 Eylül darbesi, zindanlar, korkunç saldırılar, faili meçhul olan ve olmayan cinayetler, köy boşaltmaları vs … Diğer yandan sosyalizmin çökmesi, Marksizm-Leninizm’in ve komünizmin Maocu, Sovyetçi, Arnavutçu, Kim İl Sung’çu vs her rengiyle içine girdiği ölümcül durum, bütün Türk ve Kürt partilerinde olduğu gibi bizim partimizde de ciddi etkiler yaratıyordu.

Ben sadece arandığım için yurt dışına çıkmamıştım. Parti içinde hemen hemen tüm örgütlerden kongre yapılması doğrultusunda çok güçlü talepler yükseliyordu. MK kararıyla, parti kongresinin yurt dışında yapılabilmesi için gerekli hazırlıkları yapacaktım. Ayrıca zaman zaman parti yöneticileri Suriye’ye, Lübnan’a gitmiş, Güney Kürdistan, Suriye Kürdistan’ı partileri ile Lübnan ve Suriye’deki değişik Filistin, Arap ve farklı milletlerden ilerici devrimci partilerle görüşmüş, bazı işbirliği kararları alınmış, Parti özellikle bazı Filistinli örgütlere farklı alanlarda yardım sözü vermişti. Bunlar da takip edilecek, bilgiler, yapılması gerekenler ülke içine aktarılacaktı.

Ancak gittikten kısa bir süre sonra 12 Eylül’de darbe gelince bu görevlerin yerine darbeye karşı mücadeleyi yoğunlaştırmaya, yurt dışında dayanışmayı yükseltmeye öncelik verildi. İçerde de darbe durumunda düzenli geri çekilme, parti üye ve militanlarını koruma, güvenlikli alanlara taşıma görevleri ön plana çıktı.

Aslında 12 Eylül darbesi daha önceden bütün belirtileriyle geliyorum diyen bir darbeydi. Darbenin geleceğini kısa bir süre önce, yurt dışı örgütlerimizin İsveç’te çıkardıkları Armanc gazetesinde yazmıştım.

Darbe gelir gelmez, biz yurt dışı örgütleri darbenin askeri faşist darbe olduğu tespitini yapmış ve hiç ertelemeden cuntaya karşı mücadeleyi yükseltmiştik. Darbenin faşist karakteri bizce o kadar açıktı ki ülke içinde farklı bir tespitin yapılacağı ve bunun büyük anlaşmazlıklara yol açacağı aklımızdan bile geçmemişti. Ancak bir süre sonra içerden gelen bir haberle, parti merkezinin darbenin askeri bir darbe olduğu, faşist bir karakter taşımadığı, hem komünistlere, sosyalistlere ve devrimcilere, hem de faşistlere karşı olduğu (MHP’nin ve ülkücülerin de yakalanıp hapse atılmaları buna bir delil olarak gösteriliyordu) tespiti yaptığı belirtiliyordu. Bizim de buna göre kendimizi düzeltmemiz isteniyordu. Tabi bu bizde şok etkisi yarattı. Ülke içinde MK’nin toplanmadığını, bazı yönetici arkadaşların bu tespiti yaptıklarını öğrendik. MK ve PB üyesi olarak olağan üstü bir MK toplantısı önererek durumun resmi düzeyde yeniden değerlendirmesini talep ettim.

Parti sekreteri Ömer Çetin arkadaş başta olmak üzere ülke içi merkezin tutumu, bütün MK üyelerinin katılabileceği, en azından çağrıldığı bir toplantı yapmak olmadı. Oysa yurt dışında, Orta Doğu’da bir MK toplantısı çok rahat yapılabilirdi. O dönemin olanaklarıyla onlarca, belki yüzlerce üyemizi, başka Kürt, Türk devrimcilerini sınırdan geçirerek Suriye ve Lübnan’a ulaştırabilmiştik. Bir kaç MK üyemiz de sınırı geçti, içeriye dönenler oldu. MK toplantısı yapılma yoluna gidilmediği gibi ülke içinde ortam hazırlansın orada yapalım isteği de dikkate alınmadı. Daha çok, ‘’Murad’ı görüş ve tespitlerinden vazgeçirmek için’’ yöneticiler gönderildi.

Tabi zaman ilerledikçe içeride ortam sertleşiyor ve saldırılar azgınlaşıyordu. Yurt dışına çıkanlarımızın her gün sayısı artıyordu. İçlerinde MK üyeleri de vardı. Dışarı çıkan MK üyeleri ve önemli sayıdaki parti üye ve militanları, içerideki psikolojiden farklı bir ortamın dışarıda olduğunu görüyor, kendileri de farklı bir gerçeklikle yüz yüze geliyorlardı. Hem darbenin faşist karakteri hem de mücadelenin daha farklı boyutlarda yükseltilmesi konusunda görüş benimsiyorlardı.

Bir süre sonra yurt dışına çıkanların sayısı artmaya başladı. Bu arada Suriye ve Lübnan’daki farklı Kürt ve Arap dost ve müttefiklerimiz yeniden görüşüp ortak mücadele için olanaklar yaratma taleplerini sıklaştırmaya başladılar. İsrail, 1981’de Lübnan’a saldırıp Filistin hareketi büyük bir yenilgi alınca onlar gibi biz de Lübnan kamplarındaki alanlarımızı terk etmek zorunda kaldık. Önce Baalbek’te kamp birikimi oldu, olanaklar kalmayınca, Suriye’de Şam’a ve Kamışlo’ya yığılmalar başladı.

Doğrusu MK’yi toplamak artık sadece darbe tespiti açısından değil, üst üste yığılan sorunları çözmek ve dostlarımızın taleplerini karşılamak için de gerekliydi. Hele yöneticilerin, sekreterimizin söz konusu alanlara gelmesi kaçınılmaz olmuştu. Ha bire yazışmalarımız ve yurt dışı MK üyelerinin taleplerini içeren mektuplarımız gidip geliyordu. Ancak ne gelen oldu ne de MK’miz toplandı. Bu arada yazışmalardan biri ele geçti ve örgüte karşı yaygın bir tutuklama kampanyası başladı. Sekreterimiz de ülke içinde arandı. Dışarı çıkma yerine bazı aracılarla bu operasyonun atlatılması yolu benimsendi, ancak talihsiz bir biçimde o da yakalandı. Soruşturma savcısına verdiği ifadesinde aslında kendisinin gizliliğe çekilip mücadele yolunu seçmediğini, eğer isteseydi bunu yapabileceğini ve devlet kuvvetlerinin kendisini yakalayamayacağını açık ifade etti.

Kısacası en kötü, en kaygı duyduğumuz öngörülerimizden biri oldu ve örgüt ağır bir darbe aldı. Bu tutuklanmadan sonra yurt dışındaki MK üyelerinin sayısı MK toplantısı sağlama konusunda çoğunluk oluşturunca dışarıda resmi MK toplantıları yapılıp kararlar alındı. Ama oraya gelinceye kadar örgüt artık büyük boyutlarda ikiye ayrılmış ve saflar derinleşmişti. Orta Doğu ve Avrupa örgütlerimiz de ayrıştılar.

Bu sürede Ömer Çetin’le benim en çok karşı karşıya geldiğimiz konusunda bir kanı yaygın olduğu için onun hakkındaki bazı tespitlerimi burada yapmak isterim. Bir kere belirteyim; Ömer Çetin’le parti içinde en yakın, en samimi ilişkiler içinde, son derece doğal bir sevgi ve saygı içinde olduk. Beni severdi, yaşça büyük olduğu için ben de onu sever ve sayardım. Ömer’i son derece sade, samimi, alçak gönüllü, arkadaşlarına, dostlarına, yakınlarına, misafirlerine karşı mütevazı bir sevgi ve saygı çerçevesinde yanaşan bir kişilikte biliyorum. Günlük yaşamda, cemaatlerde, sohbetlerde son derece sosyal bir meziyete sahipti. Az konuşur, çok dinler, mütevazı cevaplar verir, sorunların çözümünde yumuşak çözücü bir tutum takınırdı. Büyüğe de küçüğe de kıymet verirdi. Kesinlikle yurtsever bir Kürt’tü. Bunu aile terbiyesi içinde de almıştı. Zengindi, ağa oğluydu ama kesinlikle sömürücü, faydalanıcı bir karakteri yoktu. İmkân olsa o da kendi varlıklarını rahatsız olmadan ailesi, köylüleri, yoldaşları, arkadaşları ile paylaşmaktan çekinmezdi. Fakat etrafındaki diğer insanlar, köy sahipleri farklı güç odakları bu konularda ters ilişkiler içinde olduklarından, ayakta kalabilmek için bazı tavizler vermek zorunda kalıyordu. Ülkede kalma, köydeki yaşamı sürdürmek üzere kimi önlemlere başvurma, hatta tehlikenin en çok kapıda olduğu koşullarda bile belki farklı bir yol bulur daha az zararla tehlikeyi atlatır umudu bu zaaflardandı. Bunlar da özellikle babasının katledilmesinden sonra işleri çekip çevirme büyük ölçüde kendi omuzlarına düşünce öne çıktı.

Utangaç birisiydi, diğer örgüt yöneticileriyle resmi ilişki ve görüşmelerinde utangaçtı, daha fazla medeni cesaret gereksiniminde olurdu. Sohbetlerde, yakın arkadaş ve tanıdıklarıyla toplantılarda, genel siyasi belirlemelerde olgun ve farklı görüşleriyle dikkat çekerdi. Fakat kendisini bir türlü, daha makro düzeyde politika, diplomasi ve vizyon belirlemelerine vermedi. Hiçbir yazılı makalesi olmadı, yayın, program çalışmalarında, ittifak deklarasyonlarında, diğer ideoloji ve politika üretme platformlarında hep dışarıda tuttu kendini. Kürtçeyi iyi bilirdi. O dönemin partizan romanlarından birini Kürtçeye çevirdiğini biliyorum, fakat yayınlanmadı. Devrimci Demokrat Gençlik dergisinde ‘’Lenin û Ciwani’’ köşesinde Lenin’in gençlik üzerine yazılarını Kürtçeye çevirdi.

Aslında kişisel karakteri, mücadele anlayışı ve kimi politik konularda görüşlerini, soruşturma savcısına verdiği ifadelerde, zaman zaman sohbetlerde bazı tanıdık ve arkadaşlarına verdiği mütevazı açıklamalarda belirtti. Bunlar onun samimi beyanlardır. Ama nedense ona yakın olan bazı insanlarımız hep onu, onun bile kendini göstermediği bir şekilde göstermeye çalıştılar. Ömer Çetin darbe dönemiyle hesaplaşmak ve örgütünün başında olmak isteseydi, olurdu, kendisi de, parti de, ona en ters gibi görünen arkadaşları da farklı bir durum ve yerde olurlardı. Hiçbir zorlama, hile ya da yanıltma olmadan bizzat kendisi kendi kaderini çizdi. O yolda yürüdü. Bugün aramızda değil, onu daha çok olumlu kişiliği ve hoşgörülü siyasi duruşuyla hatırlıyorum, saygıyla anıyorum.

Dönelim kendi hikâyemize… Darbeye faşizm tespiti yapanlar ki o aşamada artık MK’nin resmi kararlarını alabilen çoğunluğu oluşturuyorlardı, kısa bir sürede kongre yapma kararı aldılar.

1982’de Baalbek’te kongre yapıldı, ülke içinden bütün illerden, bölgeden ve Avrupa’dan delegeler katıldı. Politik Raporu, kongre olanaksızlıkları, ülke içine gidip gelme hercümerci içinde ben hazırladım. Ülke içinde olması koşulu ile her bölge delegelerinin kendi aralarından seçmelerini esas alarak yeni MK üyelerini oluşturduk. Kongre’de partinin ismi Partiya Pêşeng a Karkerên Kurdistanê (Pêşeng, Kürdistan Öncü İşçi Partisi), program ve tüzüğü değiştirildi. Askeri cunta tespiti yapan yöneticilerle davranan arkadaşlar, kongreye katılmadılar ve KİP olarak varlıklarını sürdürdüler.

Ben o güne kadar MK PB üyesi ve Avrupa’daki parti sorumlusu idim. Kongrede yeniden merkeze seçildim. Bir süre sonra Şam’da MK toplantısı yaptık. Ülke içinden de arkadaşlar katıldı. Toplantıda PB üyeliğine ve parti genel sekreterliğine seçildim. 1982’den 1992’ye kadar politik örgütsel mücadeleyi bıraktığım güne dek Serhad Dicle adıyla parti genel sekreteri oldum.

O dönemde biri kongrenin hemen öncesinde, diğeri de kongre sonrasında iki kez Suriye’den kaçak olarak ülke içine de gittim. Biri bazı arkadaşları kongreye katılma konusunda ikna etmek, ikincisi de kongre sonrasında yeni seçilen MK üyeleriyle görüşmek ve gerekli görevleri yerine getirmek içindi. İkincisinde dönüşte sınır güvenliğinin bize silahlı saldırısı da oldu. Hayati bir tehlike atlattık. Gecenin karanlığından yararlanarak kurtulmayı ve emin bir şekilde geçmeyi başardık. Sınırda geçiş işleriyle ilgilenen arkadaşlar büyük bir fedakârlık ve kahramanlıkla görev yapıyorlardı. Çok tehlikeli görevler üstlenmişlerdi. Bu yolda daha önce bir şehit de vermiştik; M. Nuri Madak şehidimizi saygıyla anıyorum.

Ayrışma ve kongre sürecini bu kadar anlatmakla yetiniyorum.

12 Eylül öncesinde İsveç’teki arkadaşlarımız hem bir dernek kurmuşlar hem de Armanc adlı bir dergi yayınlamaya başlamışlardı. Keya İzol, Mahmut Kiper (Kitap’ta yanlışlıkla Mahmut Çıkman diye geçmiş, burada düzelterek iki arkadaştan da özür diliyorum) ve Necdet Gündem de dâhil diğer arkadaşların girişimleriyle olmuştu bu. 12 Eylül darbesiyle İsveç’e yerleşince, yayın faaliyetlerine daha büyük bir ağırlık verdik. Eski bir ofset matbaa alıp, yayınlarımızı çoğunlukla kendimiz basmaya karar verdik. Armanc başlangıçta daha çok Türkçeyken, Kürtçe-Türkçe, sonra tamamıyla Kürtçe oldu. Kongreden sonra Pêşeng bo Şoreş merkezi yayın organını ince pelür kağıtla küçük boyutlarda çıkardık, yurt içinde de dağıtımını yaptık. Tamamıyla Türkçeydi.

Jîna Nu yayınları adıyla bir yayınevi kurduk, Kürt dili ve edebiyatı, tarihi, Kürtçe çocuk kitapları yayınladık. Bu çalışmalarda Celadet Ali Bedirhan ve Kamuran Ali Bedirhan’ların 1940’lı yıllarda Şam ve Beyrut’ta yayınladıkları Ronahi ve Roja Nu dergilerinin reprodüksiyonları da vardı.

Çocuk dergileri Hevî ve Helîn’i çıkardık. Çok popülerleştiler. Mamoste Nujen arkadaşımız Îsot, Mahmut Lewendî arkadaşımız da Mîrkut mizah dergilerini çıkardılar.

O karanlık darbe yıllarında mücadele yolunu aydınlatan çok değerli yayın çalışmalarımız oldu. İsveç’teki arkadaşlar canla başla çalışıyorlardı. Tabi partinin en üst sorumlusu, daha sonra genel sekreter olarak çalışmalarda hem aktiftim, hem de fiilen birinci derecede sorumluydum. O dönemin çalışmalarının bir üyesi olduğum için arkadaşlarım ve kendimle gurur duyuyorum.

Darbeden sonra ilk Kürt dergisi Medya Güneşi’ni de İstanbul’daki arkadaşlarımız yayınladı. Çok gurur duyduk, elimizden gelen desteği verdik, oraya da yazılar yazdım. Hatta dilbilgisi çalışmalarımın ilk ürünlerini orada verdim.

Almanya’daki arkadaşlar da farklı şehirlerdeki dernek ve komiteleri birleştirerek KKDK’yi kurdular. KKDK’nin saygın bir yeri oldu.

TKP, TİP, TSİP, TEKP, TKSP ve bizler (PPKK) 1983’te yurt dışında SOL BİRLİK’i kurduk. Sol Birlik diye bir yayın organı çıkardık. Birlikte ortak eylemler, geceler, festivaller, konferans ve seminerler, basın açıklamaları yaptık. Sol Birlik adına Ekim Sosyalist Devrimi’nin 75’i yıl dönümünde Moskova’ya giderek kutlamalara katıldık. Parti adına ben de kutlamalarda yer aldım.

12 Eylül darbesinden sonra Kuzey Kürdistan’ın bütün partileri, aranan kadrolarını ve parti yöneticilerini Suriye ve Lübnan’a çıkardılar, süreç içinde onları Avrupa’nın değişik ülkelerine taşıdılar. Bir kısmı o zaman İran Kürdistanı’nda merkezi üsleri bulunan Irak Kürdistan’ı parti ve örgütlerinin kamplarına yerleşti, hatta kendi peşmerge ya da gerilla kamplarını kurdular. Benim dönemimde, partimizin peşmerge kampları olmadı, ama hem Lübnan’da Filistinlilerin yanında zaman zaman eğitimler oldu, hem de bulunan yerlerde zorunlu olarak kendi güvenlikleri için silah taşıdılar. Parti bir mücadele yolu olarak silahlı savaşı ret etmemesine rağmen, koşullarının oluşmadığı gerekçesiyle hiç silahlı savaşı başlatma kararı almadı.

Orta Doğu’da Pêşeng’ın oluşması sonucunu doğuran kongreden sonra aldığımız iki karara bağlı olarak izlediğimiz Kürdistan ittifak anlayışı önemli sonuçlar doğurdu, burada kısaca değinmek istiyorum. O güne kadar Kürdistan’ın değişik parçalarının partileri pek de sağlıklı olmayan bir biçimde bir sağ ve sol kamp anlayışıyla iki kanada ayrılmış, sol iddiasındaki partiler kendi aralarında, diğerleri de kendi aralarında işbirliği ve ittifaklara gitsin deniyordu. Aslında bu sağ-sol ittifak anlayışını daha çok Kürdistan’ın bütün parçalarındaki sol parti ve örgütler dayatıyordu. İlk kez, kongremiz bu anlayışı ret ederek sağ-sol bütün partilerin birlikte bir ulusal otorite altında birleşmeleri gerektiği kararını aldı. Bugün Ulusal Kongre denen politikayı ilk kez partimiz karar altına aldı, biz herhangi bir daralmaya ya da anlaşmazlığa yol açmasın diye isim vermekten kaçınarak ‘’bir ulusal otoritenin oluşturulması’’ gereğini dile getirdik ve bunu bölgede tüm parçalardaki parti ve örgütlere götürdük. Sonra bu ‘’Ulusal Kongre’’ olarak yerleşti.

Darbe sonrasında, özellikle de Pêşeng döneminde, Irak Komünist Partisi, Sami Abdurrahman’ın Halk Partisi ve onlara yakın partilerle yakın dost ilişkileri içinde idik. Bu arada KDP ile de dostluk ve işbirliği politikasını daha çok da biz sürükleyerek geliştirme yoluna gittik, eski küskünlük ve kırgınlıklara son vererek buzları erittik. Daha sonra onların Güney’de arkadaşlarımıza büyük yardımları oldu. Özellikle benim KDP yöneticileri ve önde gelen kadrolarıyla halen süren yakın dostluklarım oldu. İran Kürdistanı’nda, Güney’de ve yurt dışında sayın Mesud Barzani’yle saygı temelinde sıcak dostluk içinde geçen görüşmelerimiz oldu. Nêçirvan Bazani’nin daha da ileri olan dostluğu, yardım ve dayanışması da hep takdire şayan oldu. Mücadelesini, çağdaş siyasal vizyonunu, yurtseverce kaygılarını çok beğendiğim bir insandır.

Yukarıda değindiğim kongre kararına bağlı olarak, KDP ile aramızı bozmadan Yekîtî ile de ilişkilerimizi geliştirme yoluna gittik. Yurt dışında, İran Kürdistanı’nda ve Güney’de defalarca Mam Celal’le, Noşîrwan Mustafa ile aslında hemen hemen tüm yöneticileri ile yakın ilişkilerimiz oldu. Aynı şekilde Dr. Mahmud Osman, Adnan Müfti, Resul Mamend, Kadir Azîz ve diğerleriyle de yakınlaştık.

Suriye Kürdistanı’nda daha 1974 affı öncesi ve sonrasında sekreterimiz Ömer Çetin, Necmettin Büyükkaya ve diğer yönetici arkadaşlarımız, Salah Bedreddin’le dostluk geliştirmişlerdi. Onun partisi Hevgirtina Gel ile iki kardeş parti gibiydik. Bu uzun yıllar sürdü.

Fakat Salah Bedreddin’in kendisi, siyasette çok pragmatist, prensipleri ayaklar altına alan, siyaseti ticarete dönüştüren, bu özellikleriyle ilişkide olduğu bütün Kürdistanlı partilere çelme takan anlayışı nedeniyle 1980lerin sonlarından itibaren partisi ve arkadaşları değil ama kendisiyle, yalan dolu açıklamalarıyla bizlere pek çok iftira atabilecek düzeye götürecek kadar karşı karşıya geldik ve koptuk. Darbe sonrasında Salah Bedreddin ve arkadaşlarının Suriye ve Lübnan’da bize büyük yardımları oldu. O da bizim insan gücü varlığımızdan büyük yarar sağladı. Yüzü aşan arkadaşımız, Lübnan’da Filistin kamplarından geçti. El Fateh’in yanında kalıyorlardı. O, bunları kendisinin Türkiye’deki arkadaşları gibi gösteriyor, eğitim olanakları sağlıyor, hatta haberimiz olmadığı halde Filistin gerillaları gibi maaşa bağlıyor ve maaşlarını bizden habersiz kendisine ayırıyordu. Bunları sonradan bizzat Filistinliler belirttiler. Hatta bir ara benim de misafir olarak Lübnan’da olduğum bir dönemde, arkadaşlarımızın bir eğitim devresi tamamlanmış, yapılan törenlere Yasar Arafat da katılmış, Salah Bedreddin Yasar Arafat ve benim ellerimiz havada kenetlenmiş fotoğraflarımız da çıkmıştı. Salah sonradan benim fotoğrafımı keserek Arafat’la el ele olan pozlarını etrafta şurada burada göstermeyi çok seviyordu.

Suriye Kürdistanı’nın diğer patileriyle de dostluk ilişkilerini geliştirdik.

İran Kürdistanı’ndaki Partilerle de yakınlaşma ve işbirliğine hız verdik. Yurtdışında ve Güney’deki peşmerge kamplarında, gerek biraz sonra değineceğim TEVGER adına, gerek kendi adımıza Dr. Abdurrahman Kasımlo, onun şehadetinden sonra Dr. Sadıkê Şerefkendi, , Mustafa Hicri ve diğer yöneticilerle tanışmalarımız, toplantılarımız ve çalışmalarımız oldu. Bir toplantımız da İkram Delen’le birlikte gittiğimiz Viyana’da; şehid edilen şehirde Dr. Kasımlo ve Mam Celal’leydi.

KUK SE ile zaten hep birlik temelinde kardeşçe bir ortak yaşamın içindeydik. Onlar da çok yurtsever, mücadeleci ve fedakâr insanlardı. Hep birlik için uğraştık. Benim dönemimde yüzmüş yüzmüş kuyruğa gelmiştik. Ama daha gerçekleşmeden ben örgütlü siyaseti bıraktım, benden sonra bu da başarıldı.

Aslında ben 1992 yılında siyaseti bırakırken PPKK (Pêşeng) Kürdistan’ın dört parçasından hemen bütün partilerle barışık, dostça ilişkiler içindeydi. Bu durum, kongrede aldığımız karaların hayata geçmesinin bir ürünüydü.

Daha darbenin hemen ardından bütün Kuzey örgütleriyle Orta Doğu’ya yığılmışken de faşizme ve sömürgeciliğe karşı bir güç birliği, hatta cephe platformunun oluşması için çaba gösterdik. Bu görüşmeler, zaman zaman PKK ile de yürütüldü. Biz ve KUK o toplantılara katılmadık ama diğerlerinde hep var olduk. Görüşme ve toplantılar daha sonra Avrupa’ya taşındı. Sonunda Ala Rizgarî, KUK-SE, PARHÊZ, PDK-RN, PPKK (Pêşeng), PSKT, ŞK ve YŞK’nin içinde yer aldığı TEVGER (Tevgera Rizgariya Kurdistanê, Kürdistan Kurtuluş Hareketi) kuruldu. Kuruluş açıklamasını ben Serhad Dicle adıyla, İbrahim Güçlü Selim Keya adıyla ve Hamreş Reşo 22 Haziran 1988’de Brüksel’in başkentinde ilgi çeken bir basın toplantısıyla yaptık. Hatırlıyorum, M. Ali Birand toplantıya katılmış ve sorular sormuştu.

TEVGER, TEVGER adında bir yayın organı çıkardı. Hem örgütün merkezinde hem de bu yayın organının redaksiyonunda görev yaptım. Fazla uzun ömürlü olmadı ama farklı yerlerde örgüt ve komiteleri oluştu, iyi şeyler yaptı, mücadele tarihimize bir deneyim kazandırdı.

TEVGER’i temsilen yurt dışında yapılan Kürtlerle dayanışma konferanslarına katıldım. Hatırlıyorum Stockholm’de yapılan uluslararası konferanstan sonra sadece Kürdistan’ın bütün parçalarından örgüt yönetici ve temsilcilerinin katıldığı bir danışma toplantısında Kuzey Kıbrıs’ı örnek vererek ilk defa Güney’e federasyon önerisini getirdim. Toplantıda olan Dr. Mahmut Osman’ın oldukça ilgisini çekmişti bu öneri.

TEVGER adına Hemreş Reşo ile ben, bütün Kürdistanlı partilerle görüşmeler yapmak üzere bir ara Şam ve Suriye Kürdistanı’ndan başlayarak, Tahran, Kerec, İran Kürdistanı, İran-Irak sınırı bölgelerine bir sefere çıktık, ilk kez hemen hemen bütün İran Kürdistanı’nı, Urmiye’yi, Mahabad’ı, Sine’yi dolaştık, Güney’li partilerin sınır üzerindeki kamplarına gittik. Orada Xwakurk direnişinden gelen Mesud Barzani ve arkadaşlarıyla karşılaştık. Günler ve gecelerce buz kesen soğukta çeperlerinde direnerek Irak güçlerini püskürtmüşlerdi, ama kendileri de çok yorgun düşmüş, soğuktan elleri, ağızları morarmıştı, kapkara kesilmişlerdi. Bu hallerini görünce, önceleri Kerec’deki sade evlerdeki yaşamlarını da hatırladım ve yıllarca bunları feodaller, burjuvalar, kendi çıkarlarını düşünen, devrime, Kürt mücadelesine karşı kaygısızlar gibi eleştiri ve yaklaşımlarımız nedeniyle utandım. Çok büyük imkânsızlıklar içinde çok büyük fedakârlıklarla bir özgürlük mücadelesi veriyorlardı. Başka bir şey değil….

O seyahatte Hemreş Reşo’yu yakından tanıdım, onu sevdim, o da beni sevdi. Çok mert, centilmen, sıcak, yurtsever bir insandı. Beraber günlerce sefer yaptık yeni insanlar da tanıdık. Bu seferde o Suriye’de (Halep’te) kız da istedi. Sonra evlendi.

Böylece açıklamalarıma burada son veriyorum. Anlatılacak daha o kadar çok şey var ki… Ama işi oldukça uzattığımın da farkındayım. En iyisi şimdilik burada kesmek…

Bir şeyi özellikle vurgulamak isterim, bu benim kendi yaşamımla ilgili bir yazı, kendimden hareketle olayları anlatıyorum, öyle olunca da doğal olarak merkezine kendim yerleşiyorum. Çok yakından omuz omuza çalıştığımız arkadaşların yüzlercesinin adlarını anmadığımın farkındayım. Ama bir sınırlama da koymak zorundayım. Yoksa anlattığım olayların tümü pek çok arkadaş ve yoldaşla beraber yaşanmış, çoğu kez onların katkıları benden daha fazla olmuştur. Artık umarım anlayışla karşılanır. Bazı olayları eksik ya da yanlış anlatmış da olabilirim, burada anlatmam gerektiği halde unuttuklarım da vardır.

Dostum Ramon Kahraman, kitabının adını ‘’78 Kuşağının Şen Çocukları’’ koyuyor. Çocukluk yılları, ne kadar acılar çekilmiş olursa olsun çoğu kez şen şakrak yanlarıyla anılır, özlem duyulan bir geçmiş olur. Biraz da o çocuk aklımızla dünyayı tozpembe görüp, iyi duygu ve niyetlerle dolup taşmamızdan onları henüz kötü ve karanlık duygularla değiştirmemiş olmamızdan geliyor galiba.

Şahsen ben çocukluğumdan şikâyet edecek düzeyde değilim, ama gençliğimi hiç yaşamadığımı geriye bakınca çok iyi görüyorum. Daha ortaokuldayken parti üyesi olup Kürdistan devrimi planları yapan biri nasıl gençlik dönemini yaşamış olabilir ki. 19-20 yaşlarında büyük laflara boğulan devrim teorileri yapıyorsun, 22 yaşındayken en büyük partinin politbüro üyesisin, dış politikayı, ittifakları biçimlendiriyorsun. Bu aslında başından büyük işlere karışmaktan başka bir şey değil. Ama kimse bizi uyarmadı da. Hep öne sürüldük, biz de hayır demedik. Etrafımdan gördüğüm kadarıyla benim durumumda olan pek çok çocuk-genç devrim savaşçısı vardı.

Gerçeğini isterseniz, bizimki, küçücük insanların dev savaşlarıydı. Gençliği berhava olmuş bir nesil gibi algılıyorum 70’ler kuşağını. Her şeyi feda oldu; yaşamı, anne-baba evi, sevgisi, sevgilisi, evliliği, ailesi çocukları, hayalleri, rüyaları, hele hele eğitimi… hep uçtu gitti. Tırnakla kazıyordu, ancak arpa boyu ilerliyordu. Sonra 12 Eylül taze bedenlerini ezip geçti. Mezarlıklar, şehitlikler, küllükler dağ taş dolup taştı. Kayaya çarpan pirinç taneleri gibi darmadağın oldu. Kalıntıları, tek tükler, şurada burada neslinin küllerinden kalkıp yürümeye çalıştı. Benimki biraz da böyle… Bakalım tarih ne diyecek, nasıl bir yargıya varacak?

Leave a comment