Barbarlık bataklığında bir ülke: Türkiye

Radyo ve televizyon yayıncılığında devlet tekelinin kırılması, özel radyo ve televizyon kanallarının açılması, resmi Türkiye görüntüsünün kaybolup resmiyet süzgecini yırtabilen gerçeklerin değişik boyutlarıyla günyüzüne çıkmasına olanaklar yarattı. Aynı nedenlerle, şimdi daha az bir yanılgıyla, Türkiye’yi yönetenlerin ne oldukları, hangi çap ve kıratta oldukları ya da toplumsal olayların neden, gelişme ve sonuçları görülebiliyor.

Öte yandan iletişim dünyasnın yarattığı olanaklar sayesinde, resmi ve özel radyo, televizyon ve basın organlarının yansıttığı sözkonusu görüntüleri, Türkiye dışından da almak kolay.Türkiye’deki gelişmelere ilgi duyan yurtdışındaki bir insan, neredeyse ülkedeki biri kadar, hatta bazı bakımlardan ondan da fazla bir biçimde sözkonusu gelişmelerden haberdar olabiliyor. Yurtdışındaki insan, dışarıdan, daha geniş perspektif, ufuk ve olanaklarla, çoğu kez gelişmeler konusunda daha sakin, serinkanlı ve sağlıklı değerlendirmeler de yapabiliyor.

Doğrusu, sözkonusu iletişim ağından Türkiye`ye baktığında insan şaşıp kalıyor: Hükümet ve muhalefetleriyle politikacılar, oldukça geniş bir gazeteci, televizyoncu ve diğer aydın kesim, dünyayı değerlendirmelerinde, ülkenin dünya içindeki yerine, diğer ülkelerin ona yaklaşımına v.s. öylesi görüntüler biçiyorlar ki insan bir an için kuşkuya düşüyor; acaba bunların anlattıkları dünya ile Türkiye, hangi dünya, hangi Türkiye diye. O kadar farklı bir dünya ve Türkiye manzarası çiziyorlar ki varolanla neredeyse yüzseksen derece zıtlık gösteriyor.

”Globalleşmiş paranoya”
Geçenlerde Gaziosmanpaşa’daki saldırı ve cinayetlerden sonra hiçbir suçlu, belge, hatta ipucu bile gösteremeden, hiçbir mahkeme kararı olmadan hükümet başta olmak üzere hemen hemen bütün siyasiler, pek çok yazar, gazeteci ve televizyoncu ”olayda dışarının parmağı var” dedi. Onunla da kalmadılar; Türkiye’ye yönelik öyle acayip ve birbirleriyle çelişkili, ipe sapa gelmez senaryolar yaptılar ki, Amerika Birleşik Devletleri, Yunanistan, Avrupa ülkeleri, Rusya, Ermenistan, Iran, Israil, Suriye ve diğer kimi Arap ülkelerini saldırının arkasındaymış gibi gösterdiler. Türkiye’yi yöneten ve yönlendiren kelli felli insanlar; eski ve yeni başbakanlar, bakanlar, devlet adamları, toplumu aydınlatma görevini üstlenmiş aydınlar v.s. ciddi ciddi, bu senaryoları tartıştılar, milyonlarca vatandaşı buna inandırmaya çalıştılar, anlaşıldığı kadarıyla da büyük ölçüde başardılar. O günlerde gelişmeleri izleyenler gördüler ki, Türkler, ”dünya elbirliği etmiş, ülkemizi ortadan kaldırmaya çalışıyor, bizi mahvetmek istiyor” diye çığlık çığlığa bağırıyorlar. Televizyon kanallarından birindeki bir tartışmaya katılan ismini hatırlayamadığım bir bayan gazeteci ”globalleşmiş paranoya” diyerek bu manzara hakkında çok yerinde ve güzel bir tespitte bulundu.

Türkiye’nin tutulacak bir yanı yok
Oysa dışarıdaki durumdan haberdar olan aklı selim her insan görür ki dünyanın, özellikle de batı dünyasının Türkiye’ye karşı tutumu hiç de öyle düşmanca değil, ortaya atılan asılsız astarsız senaryoların neredeyse tam tersidir. Başta ABD olmak üzere batı, laiklik ve batılı yaşam tarzı denemelerinde doğulu komşuları ve diğer müslüman ülkelerden farklı bir yerde olan müslüman bir ülke olarak diğerlerine de örnek olabilmesi umuduyla, Türkiye’ye önem veriyor. Belki de tarihte ilk kez bu kadar ciddi boyutlarda onu kendi hayat tarzının benimsenip yaygınlaşmasında kolaylık sağlayacak stratejik bir dost ve mütefik olarak görüyor, o yüzden de Türkiye ile ilgili hemen hemen tüm sorun ve anlaşmazlıklarını aşırı düşük düzeyli taktik platformlarda tutuyor. Batı, Türkiye’yi tutup kaldırmak, kendi dünyasına büsbütün taşımak istiyor, amaTürkiye’nin tutup kaldırılacak bir yanı yok. Neresine el atılsa dökülüyor. Batı, ısrarla bağırıp çağırıyor, olmazsa yalvarıp yakarıyor: ”kardeşim, seni tutup kaldırmak istiyorum ama, tutulacak bir yanın yok ki nasıl kaldırayım. Biran önce bana, seni tutup kaldıracak bir yan ver,” diyor.

Hatırlayın şu son gümrük birliği sürecini: Ordusunun belki de yarısından fazlası kendi vatandaşına karşı savaşta olan bir ülke, yılda 5-6 milyar dolar savaş harcamalarına gidiyor; faili meçhul cinayetler, yerlerinden yurtlarından göçe zorlanmış 3-4 milyon insan, yüzde 150’yi aşan enflasyon, milyonlarca işsiz, vatandaşın vergilerini bir anda yuttuğu halde doymayan bir kamu sektörü, bütün çürümüşlüğüyle miletin başına çökmüş bürokratik bir mekanizma, demokrasi ve insan haklarından yoksunluk v.s. Buna rağmen, Avrupa Birliği bakanlar konseyi, Türkiye’yi gümrük birliğine aldı. Yöneticilerin, ”Türklerin can düşmanı” diye tanıttıkları ve Türkiye’yle en ağır sorunları olan Yunanistan bile bu birliğe ”evet” dedi.

Geçen sonbahardaki ilk girişimde de Türkiye’nin dışından değil, bizzat içten güçler, yani bir kısım Türkler, ülkenin gümrük birliğine girmesini engellemişlerdi. Başka bir deyimle, bir kısım Türkler, Türkiye’ye karşı Yunanistan’dan daha ”düşmanca” davranmışlardı.

Buna rağmen bu devletin başındakiler, ciddi ciddi, bütün dünyayı, Türkiye’nin düşmanı gösterme cüretkarlığında sınır tanımıyorlar. Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Alevisi ve Sünnisiyle vatandaşlar da bu masallara inanıyorlar.

Dönüp kendinize bakın
Türk yöneticilerinin, her davranışı düşmanlık gibi görme ve gösterme paranoyasından kurtulmaları gerekiyor. Siyaset ve devlet adamları ile aydınlar her karmaşık, kötü olayda ya da vatandaşların her isteminin altında hayali dış parmaklar aramaktan vazgeçmelidirler. Bu tür düzmece iddia ve senaryolar, dünyayı değil, sadece Türkiye’li insanı kandırıyor. Dünyayı tersyüz edilmiş bir biçimde algılayan insanlar, kendi ülkelerini gerçeklerin dünyasına taşıyamazlar.

Bunun yerine, yönetici ve aydınlar, dönüp biraz kendi tutumlarına bakmalıdırlar. Türkiye’nin insanı dünyanın diğer insanlarıyla, eşitlik, karşılıklı saygı ve anlayış temelinde, insan hak ve özgürlüklerini temel alan bir düzeyde ne derece ilişki içinde olmaya hazır ve bunu gerçekten içine sindirmiş, benimsemiştir?

Bir kez çok açık bir gerçek değil mi ki Türkiye’nin insanları, değil dünyanın diğer insanlarıyla, kendi vatandaşları sayılan insanlarla bile sözkonusu düzeyde bir ilişki içinde olmayı becerememiştir.

Bugün bile yönetciler, vatandaşlar birer insan, birer birey olarak hakettikleri için değil, batıyla ekonomik, siyasal ve diğer ilişkilerinde Türkiye’ye lazım olacağı için anayasayı ve diger kimi antidemokratik yasaları değiştirmeye razı oluyor. Ustelik o anlamda bile fazla becerikli görülemiyor.

Bırakalım resmi girişimleri, aydınlar ve diğer sivil vatandaşlar bile, güya son zamanlarda, açıklıktan, ülkenin etnik, kültürel, dinsel v.s farklılık ve zenginliğini kabullenmekten falan bahsediyorlar ama, yaptıkları daha çok örneğin Kürdün Türke, Alevinin Sünniye ya da dindarın laik Kemaliste ne derece benzediği ile ilgili tartışmalardır. Oysa tartışmayı bu minvalde sürdürmek, gerçeklerin bir başka biçimde tersyüz edilmesi demektir.Peki, eğer Kürt Türk`e, Alevi Sünniye, dindar laik Kemaliste o ölçüde benzemiyorsa ne olacak? Esas mesele burada. Benzerlik ya da benzemezliklerinin ölçüsü ne olursa olsun, insanlar, birbirlerini kabullenmeye, özgürlük ve haklarına saygı göstermeye, birbirlerine karşı anlayış içinde olmaya hazır mıdırlar?Toplumun aykırılıkta çoğunluktan ya da güçlüden en uzakta olanı da çoğunluktaki ya da güçlü olan kadar hak ve özgürlüklere sahip olacak mı, yaşamı ve yaşamsal biçimi saldırganlara karşı güvence altında olacak mı? Önemli olan budur. Geriye kalan, grupların ya da bireylerin etnik, sosyolojik, tarihsel, kültürel, dilsel, dinsel, cinsel, ideolojik, siyasal v.d benzerlik ya da farklılıkları, bu alanları inceleyen bilim dallarının konusudur. Bu alanlardaki bilimsel veriler ne olursa olsun bireylerin durumu, vatandaşlık hakları açısından farklılıklar göstermemeli ve herkes eşit olarak hak ve özgürlüklerden yararlanabilmelidir, kimse kimsenin hak ve özgürlüklerini ihlal edememelidir.

Barbarlık uygarlık ikilemi
Nasıl Darwin’e göre insan, bir çeşit maymundan günümüzdeki insana doğru biyolojik bir evrimleşme süreci yaşamışsa, davranışlarında da hayvanlıktan barbarlığa, oradan da uygarlığa doğru bir değişim süreci yaşamıştır, yaşıyor.

Türkiye insanı, barbarlıkla uygarlık arasındaki sürecin neresinde bulunuyor? Bunu en iyi kuşkusuz onun bireysel ve kollektif davranışları gösteriyor.

Barbar davranışlar, insan davranışlarıdır, ama insanı hayvandan ayıran özelliklerinden çok hayvanlarla ortak olan özelliklerinin doğurduğu davranışlardır. Davranışlara egemen olan, akıl, bilgi, diyalog, yaratıcılık, etik ve anlayış değil, yaşamak, önde ya da üstte olmak için şiddet başta olmak üzere herşeye başvurma, tahakküm etmedir.

Bütün insanlık, barbar davranışlardan uygar davranışlara doğru bir yönelme içinde. Ama içinda bulunduğumuz aşamada, dünyanın her yerinde, gelinen düzeyin aynı olduğu söylenemez. Kimisi uygar ilişkiler alanında ileri adımlar atarak geçmişte atalarının içinde bulunduğu barabarlıklardan büsbütün sıyrılmaya çalışırken, kimileri ise uygarlık alanında yol katetme konusunda hiç de istekli davranmamakta, ikide bir atalarının davranışlarıyla böbürlenmekte ya da pek çok yeni olayda, atalarının ”ruh”u bilinçaltından dışa vurmaktadır.

”Evladı fatihan”
Türkiye insanı anlatmaya çalıştığım ikinci gruba giriyor: Hatırlarsanız geçen sonbaharda, Türkiye yoğun bir yabancı ziyaretçiler trafiğine sahne oldu. ABD ve Avrupa ülkelerinden pekçok yetkili insan hakları sorumlu ya da savunucusu, bizzat Türk hükümetlerinin imzaladıkları uluslararası anlaşmalara dayanarak, gelip Türkiye’de insan haklarına ne denli saygı gösterildiğini araştırmaya, öğrenmeye çalıştılar. Bunlardan biri de ABD`li bir yetkiliydi ve ziyaret ettiği insanlardan biri de insan hakları eski bakanı Azimet Köylüoğlu’ydu. Köylüoğlü, belli ki anti-emperyalist bir şov yapma kararlılığındaydı. Ziyareti, basın mensuplarına açık tuttu. Kameraların önünde, (affedersiniz) arkasını misafirine dönerek son derece laubali bir biçimde bir ”evladı fatihan” nutku çekti. Adam ABD`den kalkıp insan haklarını denetlemeye gelmiş ya, Köylüoğlu bunu fırsat bilerek, ona bir ”insan hakları” dersi vermeye kararlıydı. Başladı nutkuna: ”Senin ataların Amerika’da Kızılderili avındayken benim atalarım Viyana kapıları önünde, yanından geçtikleri bir meyva bahçesinden kopardıkları elmanın yerine parasını asarak hakyemez ulu davranışlar göstermişlerdir” demeye getiren bir konuşma yaptı. Bu nutka karşılık, misafir, Köylüoğlü’na birşey dedi mi, dediyse ne dedi bilinmez. Ama, ”behey Köylüoğlu, senin atalarının at sırtında ta Viyana kapılarında ne işi vardı, oraları senin atalarının çiftliği miydi ki at koşturuluyordu. Nasıl oluyor da ta Viyana kapılarına kadar işgal edilen toprakları, katledilen insanları unutuyorsun da bir elmanın karşılığı olarak dala asılan akçeyi hatırlıyorsun” diye içinden geçirmiş olmalıdır.

Amerikalının ataları Kızılderili avlarken, Köylüoğlu’nun ”ata”ları da balkanlarda, başka hırıstiyan bölgelerinde, köy basıyor, hırıstiyan ailelere ait minacık yavruları ana kucağından, kapı önlerinden ve köy meydanlarından kaçırarak, getirip devşirme Yeniçeri ordusunda asimile ediyor, soyunu sopunu yitirmiş bir asker olarak ordunun içine salıyor, başka toprakların fethi için gazaya gönderiyordu.

O zamanlar, belli ki ikisinin de ataları arasında bir fark yoktu, ikisi de barbarlık ile uygarlık arasındaki çizgide, barbarlıga yakın bir yerde duruyorlardı. Peki ya bugün? Inkar etmeyelim, Köylüoğlu ile Amerikalı arasında dağlar kadar fark var. Amerikalı, hiçolmazsa atalarının barbarlık yaptığını kabullenmiş, bundan dolayı Kızılderililerden ve dünyadan özür diliyor, bugün Kızılderililer ve diğer halk topluluklarıyla eşit haklar temelinde yaşamayı benimseyen, bireyin hak ve özgürlüklerine dokunulmazlığı her şeyin üstünde tutan bir sistem içinde bulunuyor, o sistemi geliştirmeye çalışıyor. Oysa Köylüoğlu, üç yüz yıl önceden bir adım bile ileri gitmemiş, hala Viyana kapılarında at sürmeyi kendinde hak görüyor, ”evladı fatihan” olmakla böbürleniyor. Hala barbarlık batağında. Kameraların önünde bütün dünyaya barbarlığını tescilleyen bir insan hakları bakanı oluyor.

Köylüoğlu yalnız değil
”Evladı fatihan” hayalleriyle kavrulup duran sadece Köylüoğlu değil. Bütün yöneticiler, istisnasız sağından soluna, batı yanlısından batı karşıtına değin bütün yöneticiler az çok böyledir.

Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi, gümrük birliğini imzaladığında neredeyse bütün gazete ve televizyonlar, haberlerini Viyana kapılarının önüne varmaya benzeterek verdiler, gümrük birliği anlaşmasının imzalanmasıyla, Viyana kapılarının önüne gitmiş kadar sevindiler. Türkiye’nin Avrupa’yla her futbol maçı bir Viyana çıkarmasıdır.

Ülkenin batıyla entegrasyonuna karşı olanlar da, Türkiye’ye; müslüman dünyaya, Arap dünyasına, ya da Türki cumhuriyetlere liderlikten aşağı bir rol biçemiyorlar.

Resmi ağızların taktiksel diplomatik ifadelerini bir yana bırakırsak, iktidar ve muhalefetiyle, devlet adamı ve sivil vatandaşıyla neredeyse her Türk’ün ağzından başka ülkelerle ilişkilerinde en iyimserliğiyle bile egemen olma, ele geçirme, liderlik etme yaklaşımı var. Nedense Türk insanının aklına eşitlik, karşılıklı saygı ve anlayış temelinde beraber olma, paylaşma ve dayanışma gelmiyor. Ileri tekniğim, yaratıcılığım, yüksek kültürel varlığım, demokratik yaşam tarzım, insan haklarına saygı ve bundan taviz vermezliğim, açıklık ve dürüstlüğüm, hep uygarca davranış ve ilişkilerden yana ağırlığını koyan iç ve dış politikamla örnek olayım, başkaları bu özelliklerimden dolayı gönül rahatlığıyla bana güven duysunlar diye düşünülmüyor.

Hiç düşündünüz mü acaba, Türkiye’nin dünyaya örnek olabilecek herhangi bir davranışı var mıdır diye. Türkiye’nin beğenilebilecek en iyi davranışları bile kendisine özgü davranışlar değil, istemeye istemeye kabullenmek zorunda kaldığı, bu nedenle de yamulup yumulmuş davranışlardır.

Iki olay, iki tutum
Barbarlıktan uzaklık konusunda, Amerikalı ile Köylüoğlu arasındaki büyük mesafe iki ayrı olayda Amerika basını ile Türkiye basını arasında da görülür.

Körfez Savaşı’nı unutmadıysanız, o dönemde ABD basınının içinde bulunduğu durumu da hatırlarsınız. Savaşta, basın hiçbir zaman Amerikan ordusunun yanında yeralan bir taraf gibi davranmadı. CNN ve diğer basın ve yayın organları, ülkelerinin hükümet ve devletlerine rağmen davranarak ciddi bir gazetecilik örneği verdiler. Saddam’ın batılıları rehin alıp canlı kalkan olarak kullanmaya kalkıştığı günlerde de, Bağdat bombardıman altındayken de Amerikalı gazeteciler, oradeki görüntüleri ve karşı tarafın görüşlerini dünyaya duyurmak için azami çaba sarfettiler. Savaş’ın Irak’a yaptığı tahribatı ve insanlara çektirdiği acıyı dünyaya gösterdiler. Kendi hükümet ve ordularının borazanlığını yapmadılar, bir an bile gazeteci olduklarını unutmadılar. Böylece Kızılderili avcısı barbar atalarından ne kadar mesafe almış olduklarını gösterdiler. Dünya basını, bu nedenle basının prensiplerinden bahsederken onları örnek olarak veriyor, onlar ister istemez basın alanında dünyaya öncü oluyorlar.

Peki, Türk basını da böyle mi? Alalım şu Irak Kürdistanı’na yönelik ”Çevik Kuvvet Harekatı” sırasında Türk basınının takındığı tutumu. Türk ordusu başka bir devletle değil, silahı alıp dağa çıkmış kendi vatandaşıyla savaşıyor, kendi vatandaşı genç insanları öldürüyor.

Saldırının başladığı günden bu yana yapılan bütün haber, röportaj, yorum ve demeçlere bakın. Savaş muhabiri, röportajcısı, yorumcusu ve spikeriyle bütün gazeteciler, ”kahraman ordumuz, şanlı ordumuz” sözleriyle başlayıp aynı sözlerle bitiriyorlar. Askerleri yücelte yücelte, dağa çıkmış insanları alçalta alçalta bitiremiyorlar. Gazeteci demeye bin şahit gerekiyor. Ellerindeki, sanki kamera ya da mikrofon değil de ölüm ve kan kusan silahlar. ”Şehit askerler” için gözyaşı döküp kahramanlık ağıtları yakmaktan, ”ölü teröristler” için göbek atıp şarkı söylemekten yorulmuyorlar. 200 karıncanın öldürülmesi bile bu denli hafife alınmaması gerekirken, onlar 200 ”teröristin” canına okundu diye havaya uçuyorlar.

Haydi diyelim ki bunlar ”terörist”, vatanın bütünlüğüne kastetmişler, peki ya bu insanların anne ve babaları, karıları ve çocukları, kardeş ve bacıları, dayı, amca ya da teyzeleri…. Gazetecilerimiz acaba milyonları bulan yüreği paralanmış bu insanları akıllarına getiriyorlar mı, onların da en az kendileri kadar bu topraklar üzerinde hak sahibi vatandaşlar olduklarını düşünüyorlar mı? Bu tür şeyleri akılarına getirecek en ufak bir uygarlık belirtisi yüreklerinde olsa, asker olmadıklarını, görevlerinin askere yağ çekmek olmadığını, gazeteci olduklarını, bu ülkede doğru haber alma hakkına sahip 60 milyon vatandaşın olduğunu unuturlar mıydı? Iki olay ve iki gazeteci örneği. Biri atasını aşmış, uygarlık yolunda ilerleyen gerçek, saygın ve örnek bir gazeteci, öteki atalarının davranışlarından gıdasını alan barbarlık bataklığında bir gazeteci müsvedesi.

Böylesi karşılaştırmaları istediğimiz kadar uzatabilir, istediğimiz alana çekebiliriz. Eminim ki her seferinde aynı sonuç çıkar. Türkiye’li aydın ve yöneticiler, eğer bu halka yararlı bir hizmette bulunmak istiyorlarsa, her seferinde başka ülkeleri, dış güçleri karalamaktan ve öcü olarak gösterip işin içinden çıkmaktan vazgeçmelidirler. Biraz da dönüp Türkiye`nin baştan sona her yanıyla batmış olduğu bataklıktan nasıl kurtulabileceği konusunda kafa yormalı, çareler aramalıdır. Barbarlıktan uygarlığa doğru nasıl yol alınabileceğini düşünmelidirler.

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s

%d bloggers like this: