Vatan, İnsan ve Demokrasi

Türkiye’de insan hakları tartışmaları bir generali oldukça kızdırmış olacak ki kalkmış güya bütün centilmenliğini takınarak ªbiz insan haklarını, demokrasiyi, hukuk devletini çok severiz, ama vatanımızı onlardan da çok severiz, vatanımızın bölünmez bütünlüğü onlardan önce gelirª anlamında sözler sarfetmiş. Bir televizyon kanalının kaba bir demagog olmayı marifet sayan haber yorumcusu da ªaminª diyerek bu sözleri tasdik ediyor. Biri general, biri yazar. Türkiye’nin iki ªaydınıª!

Dünyanın ikibinli yıllara ayak basmak üzere olduğu bir dönemde böylesi bir zihniyetin varlığı çok tirajiktir, fakat Türkiye gibi bir ülkede hiç de acayip değil. Çünkü sadece bu iki zat böylesi bir zihniyete ship değil. Milyonlarca insan aynı zihniyeti paylaşıyor, alkışlıyor ve iktidara getiriyor. Türkiye’nin kaderini ellerinde tutanlar, onun gidişatına yön verenler bu zihniyetin sahipleri.

Insanı, hak ve hukukunu ve vatanını böylesine çarpık bir anlayışla birbirinden ayırıp karşı karşıya koyan ve bu haliyle ne insanı, ne hak ve hukukunu ne de vatanını tanıdığını itiraf eden bu egemen zihniyete yakından bakmak, onu çok iyi tanıyıp aşmak gerekiyor. Bu zihniyet aşılmadan Türkiye karanlıklardan, ilkelliklerden, barbarlıklardan ve tüm bunların ortak kısır döngüsünden kurtulamaz.

Insanı dıştalayan vatan anlayışı

Bir an için bu iki zatın zihniyetiyle soruna yaklaşalım: Bir yanda hak ve hukukyla insan, öbür yanda vatan. Onların dışında, onlardan kopuk, hatta generalin deyimiyle onlardan çok sevilen, onların kendisine feda edilmeleri gereken bir olgu. Yani bir toprak parçası, bir mülk. Eğer vatan insandan, onun tarihsel, sosyal, siyasal, kültürel v.b. ilişkilerinden, hak ve hukukundan kopuksa ve tüm bunlardan önce geliyorsa, ªtoprak parçası bir mülkª olmaktan başka bir anlama gelmez.

Türkiye’de egemen zihniyet hep böyle düşündü, hep ªtoprak parçası mülkªü bütün varlık ve ilişkileriyle insanın önüne koydu. Bu nedenle hep vatanın bölünmez bütünlüğü diyerek bu topraklar üzerinde yaşayan insanları en ilkel, en kaba ve acımasız ilişkilere layık gördü. Türkiye de, bu nedenle, hep, üzerindeki insanların birbirlerine zorla tahakküm ettikleri, birbirlerinin hak ve hukuklarını gaspettikleri, güçlünün; uygarlık ve insanlıktan nasibini almamış olanın başkalarına zorla tahakkum etmeyi kendisine hak saydığı ve bütün bunların doğal karşılandığı, egemen yaşam felsefesi olarak kiymetlendiği ªbir toprak parçasıª oldu.

Peki sonuç ne oldu? Sonuçta toprak bölünmedi. Egemen zihniyet, bunu, başarı diye topluma yutturdu.Oysa hak ve ilişkileriyle gonanımlı insandan kopuk olarak vatan, yani ªtoprak parçasıª nasıl bölünecekti ki? Yer küre parçalanmadan, ªTürkiyeª denen toprak bölünemezdi ki! Bölünmesi mümkün olmayan bir şey bölünmedi.

Peki onun karşısına konan insana, hak ve hukukuna, varlık ve ilişkisine ne oldu? Işte o konuda o kadar çok şey söylenebilir ki: Bölünüp parçalanmışlık, savaş, kan, ölüm, gözyaşı, sürgünler, vahşet, açlık, ve her türlü biçimiyle moral değerlerin dejenerasyonu, çöküntüsü…. Insanın başına gelenleri anlatmak için sıralanabilecek benzeri daha binlerce sözcük…

Bir vatan düşünün ki üzerindeki insanlar, insan olmanın, hatta canlı olmanın verdiği haklardan yoksun, insanlararsı ilişkilerde hak, hukuk değil, ªdağ kanunuª denen keyfilik yaşanıyor. Yani gücü yeten yetene… En büyük yalan ve riyakarlığa o toplumun en etkin ve yetkinleri başvuruyor. Böylesi bir vatanın, hayvanları koruma altına almak için dünyanın herhangi bir yerinde oluşturulan bir milli park kadar bile anlamı olabilir mi? Asla! Milli bir park, bitkisel örtüsü ve canlı yaşamıyla koruma altına alınan, korunup yaşatılan, geliştirilen bir doğa parçası olarak karşımıza çıkıyor. Peki generalin zihniyetindeki vatan böyle mi? Ne gezer. Türkiye, Irak ve Iran’a ya da Rusya’ya, eski Yugoslavya’ya bakın öyle olmadığını hemen göreceksiniz. Durup düşünmek lazım: generalin zihniyeti, Türkiye’de hala nasıl oluyor da egemen zihniyet olabiliyor? Nedenler konusunda burada fazla iddialı olacak değilim. Ama kimi bulgularım var, onları belirtmek istiyorum.

Pek çok konuda olduğu gibi, insan,insan hakları, bu haklara dayalı hukuk devleti ve demokrasi algılamaları konusunda da Türkiye insanı Batı’dan aktarmacıdır. Aktarmak demek, olguyu soyutlayıp tanımalyan, genelleyen somut olay ve belirtileri yaşamadan, başkalarının bunları yaşayarak oluşturdukları sonuçları soyutlanmış, genelleşmiş haliyle kendine alıp uygulamaya çalışmaktır.

Türkiye hem insan tanımını hem de demokrasi ve hukuk devleti kavramlarını soyutlanmış biçimiyle Batı’dan aktardı. Insanın, hukuk devletinin ya da demokrasinin somutta, kendi özgülünde ne anlama geldiğini kavramaya çalışmadı. Bu nedenle de ne insanı, ne demokrasiyi, ne de hak ve hukuku tanıyabildi.

Kuşkusuz bu belirttiklerim en iyi niyetli çabalar biçimindeyken böyle oldu. Çoğu kez iyi niyetli çabalar içinde bile olunmadı, göstermelik insan hakları ve demokrasi şovları yapıldı. Somut insan

ªInsanª ne demek diye sorsam, çoğumuzun aklına hemen ªkonuşan hayvanª, ªdüşünen yaratıkª ya da ªakıllı, üretici ve yaratıcı varlıkª diye gelir. Bu kavramlar bir insanı tanımak için ne kadar da soyut ve genel. Oysa, insanı tanımak için, öncelikle onu çok somut ve bireysel olarak görmek gerekiyor.

Düşünün: Türkiye’de bir insan: kadın, erkek ya da başka bir cinsiyettendir. Çocuk, genç, olgun yaşta ya da yaşlıdır. Anne, baba ya da evlattır. Kürt, Türk, Arap, Laz, Çerkez ya da başka bir milliyettendir. Ona göre de bir dili, bir tarih ve kültürü vardır. Müslüman, Hırıstiyan, Musevi, Yezidi ya da ateisttir. Sunni, Alevi ya da Şiidir. Hanefi ya da Şafiidir. Nakşibendi, Kadiri, Nurcu ya da Vahabidir. Laik ya da dincidir. Ya da hem laik, hem Kemalist, hem de dindardır. Belki de Kemalizmi sevmeyen, benimsemeyen laik bir dindardır.

Işçi, köylü, tuccar, işveren, memur, sanatçı, öğrenci, sporcu ya da işsizdir. Muhafazakar, liberal ya da sosyal demokrattır. Belki de Türk ya da Kürt milliyetçisidir. Ya da her türlü milliyetçilği red eden bir enternasyonalist, kozmopolitist ya da ümmetçidir.

Istanbullu, Diyarbakırlı, Edirneli ya da Adanalıdır. Kentte ya da köyde oturmaktadır. Dağlık, ovalık ya da ormanlık bir yerde yaşamaktadır. Galatasaraylı, Fenerbahçeli ya da Beşiktaşlıdır. Futbolü, basketbolü, yüzmeyi, ata binmeyi, kırlarda dolaşmayı, okumayı ya da pul kolleksiyonu yapmayı, belki de astronomiyle, yeni buluşlarla ya da falcılıkla ilgilenmeyi seviyordur.

Dolmayı, bulgur pilavını, kuru fasulyeyi, çiğ köfteyi ya da hamburgeri sevmektedir. Belki ayran, su, rakı, ya da viski içmekten hoşlanmaktadır. v.s. v.s.

Işte somut insan, bütün bu özellikleri ayrı ayrı barındıran, sözkonusu özellikleri başka insanlarla paylaşan, bu anlamıyla belirtilen ortak özellikler etrafında o insanlarla sosyal bir gurup oluşturan, bütün bu yanlarını yaşamayı, geliştirmeyi isteyen ve buna hakkı olan bir varlıktır. Eğer onu böyle görmüyor ve düşünmüyorsanız, sizin görüp düçünmeye çalıştığınız insan Türkiyeli bir insan değil, çok soyut, hayali bir insandır.

 Demokrasi

Türkiye insanı ªdemokrasiª algılamasını da sözkonusu ettiğimiz aktarmacılıkla Batı’dan aldığı için onu da boz bulanık görürüz. ªDemokrasi halkın kendi kendini yönetmesidirª ya da ªiktidarın halkın çoğunluğunun oylarıyla işbaşına geçmesidirª der, geçer ve demokrasiyi algıladığımızı sanırız.

Demokrasi, bizim insanlarımızın kafasında hep alıp üzerimize geçirdiğimiz bir giyecek gibi görünür. Kimimiz ªdardırª der, kimimiz de ªboldurª diyerek kahrolup gideriz. Nedense onu bizzat bir yaşam bişimi olarak; insanların birbirlariyla her türlü ilişkilerini bir biçimde düzenleyen bir ilişkiler sistemi olarak düşünmeyiz.

ªDemokrasi bir devlet biçimidirª diyoruz. Ne kadar kaba, eksik, şekilsiz, tatsız tuzsuz, olguyu tanınmayacak hale sokan bir tanım.

Demokrasi, ªsomut insanªların ve özelliklerinden dolayı oluşturdukları grupların kendilerini özgürce ifade etmeleri, ªsomut insanªlıklarını özgürce yaşamalarıdır. Demokrasi, keyfilik demek olan sınırsız ögürlüğün önüne set çeken, birey ve grubun özgürlüğünün başka birey ve grupların özgürlüklerinin sınırlarını ihlal edemeyeceği yerde sınırlayan bir yaşam ve ilişkiler sistemidir.

Türkiye’de, demokrasi değil keyfilik, hüküm sürüyor: Türk, Kürdün ya da Lazın haklarını gaspetmiş sivil ya da askeri bürokrasi, vatandaşa karşı her türlü kötü muameleyi reva görmekte; politikacılar ve büyük bürokratlar, vatandaşın vergileriyle oluşan devlet zenginliğini talan etmekte; har vurup harman savurmakta, işveren işçiyi, ağa köylüyü, satıcı tüketiciyi sömürmekte, devlet vatandaşı, erkek kadını, anne baba evladını, büyük küçüğü, öğretmen öğrenciyi, güçlü zayıfı döğmektedir. Bunu yapanlar, kendilerinde bu hakları görmekteler. Işin garibi, toplum kültürümüz de bu iğrenç gariplikleri doğal karşılamaktadır.

Bütün bunları ortadan kaldıracak olan demokrasidir. Demokrasi vardır diyebilmek içinse her şeyden önce devlet biçimi olarak demokrasiye gereksinim var, ama bu yetmez, demokrasiyi toplumun her alanında yaşamak gerek. Siyasal demokrasi, parti, örgüt ve kurumlar demokrasisi, aile demokrasisi, okul demokrasisi, işyeri demokrasisi ve mülkiyet demokrasisi olmadan ªsomut insanªların gereksinimine yanıt verecek bir demokrasi gerçekleştirilemez.

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Twitter picture

You are commenting using your Twitter account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s

%d bloggers like this: