“Yedi düvelle savaş”

Ben Türkiye´nin 28 Şubat 1997´den bu yana darbeyle düzenlenmiş bir tezgahla yönetildiğine inananlardanım. Darbenin özgün karekterine bağlı olarak işbaşındaki hükümet,üniversite rektörlükleri, sivil örgütlerin konseyi, yüksek yargı organları ve basın konseyi hem varolan yasaları hem de kendi mesleki ahlaki değerlerini çiğneyerek “darbe hukuku” denen bir kanundışılıkla işliyorlar. Parlamento, içindeki darbeci işbirlikçiler aracılığıyla esir alınmış, darbeye kılıf ve meşruiyet bulmakla meşgul. Devletin bütün kurumları ve özellikle iletişim sektörünün hem kamu hem de özel kesimi bütünüyle hizaya geçmiş, darbenin yapılış hedeflerine ulaşılması için harıl harıl çalışıyor.

Günümüzdeki sürecler bakımından iletişim sektörünün, daha açık bir deyimiyle medyanın bu darbeci süreçte rolü çok büyük. Hem iç hem de dış kamuoyunu Türkiye´nin büyük tehlikelerle karşı karşıya olduğuna, yapılmakta olan şeylerin kaçınılmazlığına, yapılanların da Türkiye´yi doğru yolda ilerlettiğine inandırmak gerekiyor.

Türk medyası, iç kamuoyunu aldatmakta başarılı oluyor. Bütün büyük medya kuruluşları, “askerlik görevleri”ni yapma konusunda büyük bir hevesle davranıyorlar, “operasyonlar”ında hiç bir şeyi esirgemiyorlar. Kamuoyunun tek bilgi alma kanalı onlar. Başka yerden bilgi alınamıyor. Ne yazık ki toplumun tamamına yakını da onlara inanıyor.

Dış kamuoyu ise temelde artık Türkiye´ye inanmıyor. Bazı konularda, özellikle insan hakları ve Kürtlere yapılan zulümler konusunda, Türkiye kimi yanıltmalarda başarıya ulaşsa bile bunlar geçici oluyor, çok geçmeden kara yüzü açığa çıkıyor.

Fakat Türkiye hem iç hem de uluslararası politikalarıyla öylesine haksız ve çağ dışı konumlarda seyrediyor ki, en yakın müttefikleri ile bile çatışma ve uzlaşmazlıklara düşmekten kendini kurtaramıyor. Ermeni katliamına ilişkin Fransa parlamentosundaki yasal girişimlerde ve Nazilerce gaspedilen Yahudi altınlarının aklanıp korunduğuna ilişkin ABD´de düzenlenen raporlarda olduğu gibi Türkiye en yakın iki müttefiğiyle bile çatışma içine girdi.

Anasından doğar doğmaz dağ başlarında, ormanlarda vahşi hayvanlarla büyümüş bir “insan”ın, yakalanıp sosyal bir çevreye getirildiğini düşünün. Attığı her adımda içine girdiği uygar topluluğun her kural ve değerine çarpıyor diye bu uygar dünyanın, vahşi hayattan başka bir şey görmemiş sözkonusu insan yavrusuna düşman olduğu ve ona hayvan muamelesi yaptığı söylenebilir mi? Oysa Türkiye´nin durumu bu insan yavrusunun davranışından çok daha kötüdür. O insan yavrusu hiç olmazsa yaptıklarından dolayı kınanamaz. Çünkü isteği dışında vahşi dünyada yaşamaya itilmiştir. Oysa Türkiye bütün ısrar ve çabalara rağmen uygar ve insancıl dünyaya ayak atmamakta bilinçli olarak diretiyor.

Buna rağmen Batılı ülke hükümetlerinin ve Türkiye´yle işbirliği yapmakta çıkarları olan iş çevrelerinin bu ülkede yaşanan çağdışılıklar konusunda, bilerek geliştirdikleri bir duymamış olma, yanılmış görünme, duymak zorunda olduklarında da aşırı bir hoşgörüyle bakma eğilimi var. Elbette dışarıda Türkiye sık sık eleştiriliyor. Kimi zaman Türkiye´nin aleyhine kararlar da alınıyor. Ama bunlar, ya insan haklarıyla ve Kürt sorunuyla ilgilidir o zaman da ılımlılaştırılmış, kuşa çevrilmiştir, ya da Yunan, Kıbrıs ve diğer kimi ülkelerin kimi çıkarlarıyla ilgilidir. Hatta bende, insan hakları ve Kürt sorununa ilişkin kararların bile sözkonusu devlet çıkarlarına payanda olmaları için alındığı hissi uyanıyor.

Batılı yetkililer Türkiye´ye aşırı ılımlı yaklaşmalarına rağmen, Türk medyası, iç kamuoyunu aldatmak için sanki bütün dünya birleşmiş Türkiye´yi, “Türklüğü” ortadan kaldırmak için her şeyi yapıyor gibi bir kanı yaratmak istiyor. Geçenlerde bir televizyon kanalı, S-300 füzeleriyle ilgili bir haberine giriş yaparken bir harita üzerinde bütün komşu ülkelerden ve Batıdan Türkiye´ye yağan füzeleri gösteren bir animasyonu seyircilerine sundu . Bilgisayarla düzenlenmiş animasyonda bütün ülkelerden Türkiye´ye füze yağıyordu .

Aynı içerikte söz, yazı ve resimler her gün Türk yazılı ve görsel basınında yer alıyor.

Yıllardır süren zulüm ve zorbalıklara dayanamadıkları için dağa çıkmış kendi vatandaşı bir kaç bin silahlı genci tesirsiz hale getirecek diye Türkiye, üç yüz binleri aşan orduları, yüz binlere yaklaşan korucuları, onbinlerce polis, özel tim ve jandarmayı seferber etmiş, artık her muharebe ya da operasyonu elli bin kişilik ordularla ve düzinelerle generalle gerçekleştiriyor. “Bir çakılını bile kimseye vermem” dediği toprağa habire bomba yağdırıyor, ormanlarını, tarlalarını yakıyor, köylerini yerle bir ediyor. Söz konusu silahlı gençler, anne ve babaları, eş ve akrabaları bu develete vergi veren, askarlik yapan ve buna rağmen yaranamayan “vatandaş”ların çocukları değilmiş gibi, en iğrenç metodlarla sanki dünyanın bütün ülkeleri Türkiye´yi parçalamak için bu gençlerin arkasındaymış ya da Türk ordusu “yedi düvelle” savaşıyormuş gibi bir propaganda yürütülüyor. Türkiye kamuoyu da bu propagandalara, yalan ve dolanlara inanıyor.

Oysa Batılı ülkelerin Türkiye´ye düşmanlık yapmadıkları, onunla işbirliği yapmayı kendi çıkarlarına uygun gördükleri ve hatta bu nedenle de Türkiye´nin pek çok kirli ve karanlık yanlarına göz yumdukları biliniyor. Çıkar çatışmaları ve farklı çıkarlar çerçevesinde kuşkusuz devletler arasında bir takım anlaşmazlık ve rekabetler oluyor. Batılıların da bu anlamda tek tek olarak bu ülkeyle kimi çıkar çelişkileri, rekabete denk düşen farklı konumları var. Bunlardan dolayı Türkiye´nin iç meselelerini koz olarak kullananlar da var. Böylesi çelişki ve rekabetler, karşılıklı tutum alma va koz kullanmalar, bizzat Batılı develetlerin ve iş çevrelerinin kendi aralarında da var. Onun ötesinde başka politikaların varlığına inanmayı gerektirecek hiç bir belirti yok ortada.

Özel olarak herkesin bir araya gelip Türkiye´yi yıkıp parçalamak için uğraştığı yaygarası, bir paranoya değilse, kendi vatandaşlarını paranoyik esirler haline getirmek için Türk yöneticilerinin bilinçli olarak ayakta tuttuğu hezeyanlardır. Türkiye, bütün komşularıyla anlaşmazlık ve kavga içinde. Bunda bile sorunların kaynağında yüzde seksen Türkiye´nin haksız ve hegemonyacı tutumu var. Eli Balkanlardan, Kıbrıs´tan, Orta Doğu ve Kafkasya´dan çekilmediği halde, komşu ülkeler, Türkiye´yle ilişkilerinde barışçı çözümler bulma yanlısı tutumlar izliyorlar.

Aslında batı, yıllardır Türkiye´ye “sen benim için önemlisin, seninle işbirliği yapmak, hatta uzun vadede seninle birlikte yaşamak istiyorum, fakat senin tutulacak hiç bir kulpun yok ki alıp seni kaldırayım, nerene el atılsa dökülüyorsün, kendine bir çeki düzen ver, tutulabilecek kimi kulplar yap ki tutup seni kaldırayım” diyor. Konjüktürel politikalar ne olursa olsun Batı´nın Türkiye´ye ilişkin temel politikaları, Türk medyasının içerdeki yaygarasının aksine hep bu olmuştur.

Avrupa Parlamentosu´nda Kürtlere ilişkin alınan son kararı incelediğimizde bu politikayı açık görürüz. Düşünün bir kez; Avrupa parlamentosu, Kürt sorunuyla ilgili uluslararası konferans önerisini red etti. Rapordaki “Kürt halkı” sözcüklerini bile kaldırarak “Kürt kökenli Türk vatandaşları” tespitini benimsedi. Bunların anlamları çok açık. Avrupa Parlamentosu Kürtleri bir halk olarak kabul etmiyor, Kürt sorununu -azınlık anlamında bile- bir halkın sorunu olarak değil, tek tek kimi vatandaşların bireysel sorunu olarak görüyor. Konferansı redetmekle de Avrupa parlamentosu Kürt sorununu Türkiyenin iç insiyatifine terketmeyi kabul ediyor. Bütün bunlar, Kürt sorununda Türk tezlerinin benimsenmesinden başka bir anlama gelmez. Geriye kararda, “e işte bu vatandaşlarına o kadar zulüm de etme” diye bir serzeniş kalıyor. Bu kadarını da artık dost düşman herkes söylüyor. Bana sorarsanız, bir süre önce, Türk parlamentosuna göçlere ilişkin sunulan rapor da bundan eksik değildi.

Geçenlerde MED-TV´de Isveç Dış Yardımlar Bakanı Pier Schori ile yapılan söyleşiyi de onu yapanların bütün iyimserliklerine rağmen ben, daha çok Avrupa Parlamentosu´nun kararına denk düşen, Kürtlerden çok Türklere desteği ifade eden bir düzeyde gördüm. Doğrusu, butün iyimserliğimle söyleşide Kürt halkının bugünkü mücadelesine denk düşebilecek, ona destek sayılabilecek bir cümle aradım, ama genel insancıl temennilerden öte bir şey görmedim. Söyleşideki her politik tespit de Türkiye´ye rahat nefes aldırtır nitelikteydi.

Buna rağmen Türk medyası ve hemen hemen tüm yetkililer, “yedi düvelle savaş” masalında ısrar ediyorsa, bu çirkin kirli düzenden ne derece büyük vurgunlar vurduklarını, buna karşın da düzeni savunacak malzeme bulmakta ne denli acze düştüklerini gösterir. Başka bir gerçeği de bna eklemek lazım: Anlaşılıyor ki, Türk halkı da uydurulan masallara kulek vermeye çok müsait. Öyle olmasaydı bu yalancı meyveler, hep piyasaya sürülmezdi.

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s

%d bloggers like this: