Dayatılmış anayasadan sözleşme anayasasına

17-18 Eylül’de Diyarbakır’da yapılan Türkiye’de Kürdistan Konferansı’na yeni Türkiye anayasası ile ilgili olarak sunulan tebliğ:

 

En yaygın ve kısa tanımla anayasalar; ‘toplumsal sözleşmeler”dir. Bu tanım, yurttaşların eşit koşullarda özgür iradeleriyle yaptıkları bir sözleşme olarak algılandığında, Türkiye’de bugüne kadar yürürlüğe giren hiçbir anayasanın “toplumsal sözleşmenin ifadesi” olduğu söylenemez.

Özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana yürürlükte olan anayasaların tümü, toplumun büyük bir kesimine “zorla” kabul ettirilen ve bir ulus devlet projesini hayata geçirmeye vesile edilen “dayatılmış anayasa”lardır.

Kuşkusuz oluşturulan ulus devlet projesi için, dayatılan anayasalar ve onlardan güçlerini alan yasalarla bile yetinilmemiş, o sınırları çok çok aşan ve çoğu kez derin devlet yapılanmalarına kadar giden uygulamalar da olmuştur, ama konu yeni bir anayasa olduğundan, burada anayasal boyutla sınırlı kalınacak.

Kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletine, bir bakıma dağılıp küçülen Osmanlı Imparatorluğu’nun en son kalan toprakları üzerinde, devşirme topluluklardan oluşturulacak, belli bir etnik temele dayanan bir “Türk ulusu” yaratma görevi verildi. Bu amaca ulaşmak için, İttihat Terakki iktidarı döneminde toplu halde katledilen, sürülen Ermenilerin boş kalan topraklarına el konuldu, her ne pahasına olursa olsun geri dönmeleri önlendi, boşalan yerlere Kafkaslardan, Rusya’dan ve Orta Asya’dan kaçıp gelen, ya da belli bir plan doğrultusunda getirilen göçmenler; ayrıca Balkan yenilgisinin ardından kendilerini yığınlar halinde Doğu Trakya ve İstanbul’a atan Müslümanlar, Türkler ve dönmeler yerleştirildi.

Lozan Anlaşması’yla da Yunanistan’daki Türk ve Müslümanlar Anadolu’daki Rumlarla mübadele edildi. Verimli topraklar, kıymetli mal ve mülkler bu kesimlere dağıtıldı. Daha sonraki yıllarda da Balkan’lardan; özellikle Bulgaristan’dan göçler oldu, bunlar da iyi koşullarla Türkiye’nin değişik yerlerine yerleştirildi. Hata sonraki yıllarda Afganistan’dan bile ‘Türk’ etnik kökenli topluluklar getirilip Kürtlerin arasına yerleştirildi.

Ayrıca, Orta Asya kökenli Anadolu Türklerini, Rusyadan gelen Çerkez ve diğer Müslüman Kafkas topluluklarını, Osmanlı döneminde Müslümanlaşan Gürcü, Laz ve Rum Pontus topluluklarını da bu listeye eklemek gerek.

Katliam sırasında zorla müslümanlaştırılan Ermeni, Süryani ve diğer gayri müslümlere, Kürtlere, Araplara ve diğer Suni halk gruplarına güven duyulmadı, bunlara devlet mekanizması içinde yer verilmedi, yaratılmak istenen “Türk ulusu” içinde erimeleri istendi.

Kürtlerin bir kısmı isyanlardan sonra yokedildi, kalanların sosyal, ekonomik ve dinsel yapıları parçalandı, yerlerinden yurtlarından sürülerek asimile edilmeleri politikası izlendi. Dikkatte değer husus, homojen bir Türk ulusu yaratma amacından dolayı yanlızca isyan edenlerin değil; muhalif olsun olmasın bütün Kürtlerin sosyo-ekonomik, kültürel ve dinsel yapılarına saldırıldı.

Türkiye’ye mülteci olarak devşirilen, daha sonra da ayrıcalıklı konumlara getirilen ve bugün kendilerine ‘’Türk’’ denilen topluluklar, çoğunlukla Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’na katılmayan topluluklardır. Son Türk vatanı olarak kabul ettikleri toprakları aslında onlar kurtarmamıştır. Çünkü bunların bir kısmı (1 milyona yıkını) Balkan Savaşı’ndan sonra gelip değişik yerlere dağıldı, Birinci Dünya Savaşı’nın gelmesiyle de dönemi cephede değil, yollarda, göçmenlikte ya da bir yere yerleşme çabalarıyla geçirdi. Diğer bir kısmı ise, zaten Kurtuluş Savaşı’ndan sonra; 1924 Lozan Anlaşması’na göre Rumlarla mübadele sonucunda gelip bu topraklara yerleşti.

Tarihsel geçmişe bakıldığında, oluşturulmaya çalışılan yeni ‘Türk ulusu’ kimliğinin inşasında kullanılan söz konusu toplulukların Anadolu topraklarında eski izlerine rastlanmaz, geçmişleri en çok dede ve baba mezarlarına uzanır, daha eskiye ait varlıkları hep Anadolu toprakları dışındadır.

Türkiye’de ulus devlet projesi, bir bakıma dünyanın değişik yerlerinden devşirilen farklı kültür, dil ve dinsel-mezhepsel özelliklere sahip mülteci topluluklardan suni bir ulus yaratma projesi olduğundan bir yerde Yahudilerin İsrail’de yeni bir “ulus devlet” yaratma projesiyle çok benzerlikler göstermektedir. Yahudilerin İsrail’i kurarken Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devlet projesini ne kadar örnek aldıkları araştırmaya değer bir mevzudur. Muhtemelen Yahudiler, projeyi örnek aldı, eksik ve yanlışlarından yararlandılar ki, daha başaralı ve az sancılı bir oluşum ortaya çıkardılar, aldıkları sonuçların da (demokrasi vs. açısından) daha başarılı olduğu söylenebilir.

Devşirme, dönme ve asimile topluklardan; kendilerine rağmen; onlar istese de istemese de devrimler, isyan bastırmaları, sürgün ve iskan politikalarıyla; ideolojik ve politik manipulasyonlarla, tek ideoloji, tek siyaset, uniter devlet, koyu elitçi merkezi bir yönetimle homojen ‘modern’ batılı bir Türk ulusu yaratma projesi olduğu için, projeye jakoben modernitenin elitist, aşırı kaba ve totaliter bir versiyonu gözüyle bakılabilir. Bunun ideolojisine, Türkiye’de Kemalizm adı verildi.

Kemalist ideoloji imtiyazsız sınıfsız tek ulus, tek devlet, tek bayrak, tek dil, tek din-mezhep, tek ideoloji esası üzerinde biçimlenen bir paradigma oluşturdu.

Bu nedenle günümüze kadar gelen anayasalar herkesin; vatandaş olarak ne ise, o olmasını kabullenmiyor, vatandaş sayılabilmek için tasarlanan Türk ulusunun ferdi ve kendine has anlayışıyla biçimlendirilen laikliğin boyunduruğuna girmiş Sünni-Hanefi olmak, Kemalizmi bir dogma olarak benimsemek gerekiyor. Son on yılda “de facto” olarak çok şey değişmiş olmasına rağmen, anayasal hukuk sistemi halen büyük çoğunluğuyla böyledir; derin devlet işleyişi de bunun üstüne gelmektedir.

Bu haliyle aslında söz konusu paradigma yalnızca Kürtlerin kimliklerini inkar etmiyor, Kafkaslardan ve Balkanlardan gelen ‘’Türklerin’’, ayrıca Anadolulu olup sonradan Müslümanlaşan toplulukların Anadolu’dan önceki kültürel, dinsel ve etnik kimliklerini de red ya da gözardı ediyor, onları yabancısı oldukları Orta Asya bağlantılı kalın tarihsel bir damarla Türk ulus konseptine eklemliyor. O, sadece Şafiilerin, Bektaşilerin, Yahudi dönmelerin ya da Alevilerin değil, Hanefi-Sünnilerin, ya da farklı Sünni tarikatların gerçek kimliklerini de bastırarak; kendilerini “Kemalist laikliğin” cenderesine hapsediyor. Sünni Müslümanların tarih boyunca Kemalist devletle girdikleri çatışmaların nedeni budur.

Bu sonuçları doğuran anayasa, demokratiklikten yoksun, totaliter bir anayasadır. Serbest iradeyle oluşturulan bir toplu sözleşmenin ifadesi değil, vatandaşların ensesine dayatılmış bir dipçik anayasası, ya da ‘dağdan gelenin bağdakini kovduğu’’ bir anayasadır.

Sağcısından solcusuna, Müslüman’ından gayrimüslimine, Sünni’sinden Alevi’sine, Kürt’ünden Türk’üne kadar, totaliter ulus devlet anayasasıyla barışamamış bütün vatandaşların verdikleri uzun tarihi mücadeleler, ayrıca dünya koşullarının değişimiyle zorlanan iç ve dış dinamikler, dayatma anayasalarından kurtularak, vatandaşların gerçekten özgür iradeleriyle oluşturacakları ve “toplumsal sözleşmenin ifadesi” olan “demokratik bir anayasa” yapmalarının maddi ve manevi koşulları oluşmuştur.

Ayrıca tarih boyunca ilk kez günümüzde, Kürtlerin böylesi bir anayasanın yapılmasında temel bir rol oynayabilmelerinin fırsatı doğmuştur.

ANAYASA YAPIMINA NEREDEN BAŞLAMALI?

Anayasa girişimine başlarken, her şeydan önce, yürürlükteki anayasa metni üzerinde değişikliklere giderek ‘’yeni bir anayasa’’ oluşturma talebi reddedilmeli, Türkiye’nin yeni toplumsal sözleşmesini imzalamanın ilk adımı olarak yepyeni bir anayasa metni üzerinde müzakere ve uzlaşma yöntemi benimsenmelidir.

Yürürlükteki anayasanın metni her maddesi ve satırıyla öylesine Kemalist, totaliter, tek-ulusçu, öylesine ‘ama’lar, ‘fakat’lar, dogmatik engeller ve çelişkilerle doludur ki, ondan yeni, demokratik bir anayasa çıkarmaya çalışmak boş bir çaba olur.

Yeni anayasa girişimine başlamadan, ‘ulus’ tanımı üzerinde anlaşmak ve bütün vatandaşların ortak algısı haline gelecek bir ‘ulus tanımı’nda birleşmek gerek. Eğer bugüne kadar olduğu gibi bir etnik tanım yapılacaksa, o zaman Türkiye’de farklı ulus ve halkların varlığını kabuletmek ve onları adları ve kimlikleriyle TC vatandaşlarının içinde sayarak Lozan azınlık satatülerinden de vazgeçerek tümünü çağdaş vatandaşlık tanımı gereği ülkenin asli unsuru olarak kabul etmek, maddi ve manevi değerlerinin özgürce gelişmesini güvence altına almak lazım.

Ya da etnik tanımı tamamiyle terkederek Birleşmiş Milletler’in ulus (nation) tanımını benimsemek gerekiyor. Birleşmiş Miletler (United Nations) bilindiği gibi, bizim ’ülke’ ya da ‘devlet’ dediğmiz kavramlara ‘ulus’ anlamı yüklüyor. Birleşmiş Milletler’in tanımında etnik, dinsel, dilsel kavramlar yeralmıyor; bir toprak üzerinde aynı devlet sınırları içinde birlikte yaşama ve egemenlik hakkını birlikte kulanma iradesini gösteren, adına egemen devlet denilen kurumlar ve değerler sistemini birlikte oluşturan halklara, etnik, dinsel, dilsel gruplara’ ulus’ deniyor. En kısa tanımıyla tek bir egemen devlet çatısı altında birleşmiş bütün halklar bir ulusu oluşturur. BM üyesi her ülke böyle bir ulustur.

Bu anlamda Türkiye’de Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Arap, Ermeni, Rum, Gürcü, Roman; Müslüman, Hırıstıyan, Yezidi, Sünni, Alevi bütün halkları devletin asli unsuru ve eşit haklara sahip vatandaşları haline getirerek tek bir ‘Anadolu ulusu’ ya de memnuniyetle benimsenmese bile bir uzlaşma sonucu ‘Türkiye ulusu’ tanımı benimsenebilir. Anayasa bu esas üzerinde yapılır, ardından Türkiye’nin bütün yasaları da etnik temele dayanan ulus tanımdan kurtarılarak Birleşmiş Miletler tanımı doğrultusunda biçimlendirilir, devlet işleyişleri ona göre düzenlenir.

Böyle bir tanımda yasal olarak birleşildiğinde, anayasanın ‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının farklı etnik, dinsel, mezhepsel, kültürel, dilsel ve cinsel farklılıkları olan topluluklardan oluştuğu, devletin bu farklılıkları tanıyıp bir zenginlik olarak kabul ettiği, aynı devlet sınırları içinde entegrasyon temelinde farklı kimliklerin eşit hak ve özgürlüklere sahibolmaları, her türlü engeli aşarak ülkenin olanaklarına ve çağın gereksinimlerine uygun gelişme göstermeleri için devlet her türlü önlemi alır, her türlü yasal, idari, kurumsal, maddi ve manevi imkanları sağlar’ diye bir taahüdün altına girmesi gerekir.

Yeni anayasa oluşturulurken, bunun, etnik, aşiretsel, (Türk ulus oluşumu da dahil) ulusal, dinsel, mezhepsel, tarikatsal topluluk, cemaat ve gruplar arasında değil, eşit hak, yetki ve sorumluluklara sahip özgür vatandaş olan bireyler arasında yapılan bir sözleşme olduğu bütün sürecin merkezine oturtulmalı.

Nasıl hukukta suç ve cezanın bireyselliği esassa, anayasa da Türklerle, Arapların, Çerkezlerin, Lazların ya de Kürtlerin; Sünnilerle Alevilerin, Müslümanlarla gayrimüslimlerin salt grup olarak kendi aralarında vardıkları bir antlaşma değil, bütün bu kollektif gruplardan gelen bireyler arasında yapılan bir birlikte yaşama sözleşmesidir.

Anayasa bireyler arasındaki bir sözleşmedir ama, bireylerin insan olduğu; insanların hayvanlar gibi sürüler halinde değil, diğer insanlarla düzenlenmiş bir takım kurallar ve değerler sistemiyle oluşan sosyal bir ortamda varoldukları gözden uzak tutulamaz. Bu, bize, vatandaş olan bireylerin bireysel hak ve sorumluluklarının yanında kollektif hak ve sorumluluklarının da olduğunu gösterir. Demokratik bir anayasanın tek tek her vatandaşın bireysel haklarının yanında kollektif haklarını da tanıması, kamusal alanın (diyelim ki devletin) onlara sahip çıkması, güvenceye alması ve gelişmesi için her türlü yasal maddi manevi tedbirleri alması gerekir.

Anayasa Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kollektif haklarına bakarken, onları salt belli bir ulus (diyelim ki çoğunluk olan Türk ulusu) , topluluk (Kemalist), grup ya da cemaatle (Sünni-Hanefi) ortak paydada var olanlarıyla sınırlayarak tanımlayamaz. Salt ortak paydayla sınırlanmış, ya da o yanı öne çıkarılmış özelliklerle oluşan bir devlet, kesinlikle demokratik bir devlet olamaz. Kim kendisini ne kadar, nasıl, ne görüyorsa onu öyle kabul ederek bireysel ve kollektif haklar tanınmalıdır. Yani kollektif haklar tanınırken topluluk konum ve perspektifinden değil, özgür vatandaş olan bireyin konum ve perspektifinden hareket edilmelidir.

Bunun anlamı nedir? Çok yakından tanıdığımız bir olguyla bu tespit açıklanabilir. Ak Parti hükümeti bilindiği gibi bir ‘Alevi Açılımı’ da başlatmıştı. Süreç boyunca pek çok Alevi dedesi, ileri geleni, sivil toplum kuruluşu, akademisyen ve kanaat önderleriyle toplantılar yapıldı. Toplantılarda ortaya çıktı ki hükümet Alevileri kendi aralarında belli bir Alevi yaklaşımı üzerinde anlaşmaya zorluyor. Alevilik İslam içinde bir mezhep mi, yoksa İslam dışı bir inanç sistemi midir, cemevleri ibadethane midir, değil midir diye… Daha vahimi anlaşıldı ki hükümet Alevileri İslam içi bir inanca sahipolduklarını ve cemevlerini değil de camileri ibadet yeri olarak gördüklerini kabul etmeye zorluyor.

Bu yaklaşım tarzı, demokratik, laik, hukuksal bir anayasal sistemle tamamiyle çelişir. Devlet ya da hükümet hiç kimseyi, hiç bir dini, mezhebi ya da inancı şu ya da bu biçimde tanımlamaya zorlayamaz, böyle bir istekte bulunamaz, o inancın insanları kendilerini nasıl tanımlıyorlarsa, kültür, inanç ve geleneklerine hangi sembol değerleri yüklüyorlarsa, onları öyle kabul etmek zorundadır, bir şartla; sözkonusu inancın başka inanç sistemlerinin özgörlüğünü kısıtlamasının, onları küçük düşürmesinin önüne geçerek…

Kaldı ki devlet, bütün Alevilerden ‘toplu olarak tek bir homojen inanç sistemine sahibolun, kendi aranızda anlaşın’ da diyemez. Aleviliğin pek çok türevi olabilir, kendisini İslam içi olarak görenler olabileceği gibi, İslam dışı görenler de çıkabilir. Hatta bugüne kadar var olmayan bir Alevi inanç biçimi bazı yurttaşlar içinde gelecekte çıkabilir. Çünkü inançlar statik değil, tarihsel değişimlere bağlı olarak değişebilir, yenilenebilirler. Devlet Alevilere toptancı bir gözle bakamaz, tek tek her Alevi vatandaşın inancı ne ise onu olduğu gibi kabul etmek ve Anayasal güvence altına almak zorundadır. Söz gelimi Türkiye’de 20 milyon Alevi varsa, devlet teorik olarak 20 milyon Alevilik versiyonunun olabileceğini kabul etmek ve tümüne aynı mesafede durmak zorundadır.

Alevilik için söylediklerimiz, vatandaşların diğer din ve mezhepleri, ya da inanç sistemleri, hatta daha farklı kollektif hakları için de geçerlidir. Örneğin Türkiye’de Gregoryan, Katolik, Protestan Ermenilerin yanı sıra Müslümanlaşmış; daha soyut deyimlerle Sünnileşmiş ya da Alevileşmiş Ermeniler de var. Devlet o insanlara ‘sen Ermeni’ysen Müslüman olamazsın’, ya da ‘Müslüman’san Ermeni olamazsın’ diyemez. Aynı şey Yahudiler, Yahudi dönmeleri ve Sabetaistler için de geçerlidir.

Devlet türban takan, günde beş vakit namaz kılıp tekkede zikir eden Müslüman’la; içki içen, namaz kılmayan, oruç tutmayan ama kendini Müslüman olarak güren bireylere aynı mesafede durmak, onları Müslüman kabul etmek ve o halleriyle özgürce yaşamaları için her türlü güvenceyi sağlamak zorundadır.

Hakeza Zazaların içinde kendini Kürt olarak görenlerin yanı sıra, Kürt olarak görmeyenler var. Devlet kimseyi ne Kürt olan Zaza, ne de Kürt olmayan Zaza olmaya zorlayamaz. Vatandaşların bir kesimi kendi anadil eğitimlerini Zazaca yapmak istiyorlarsa onlara illa “Kurmancî” dayatılamaz.

Anayasanın diğer kollektif haklara da böyle yaklaşması gerekir. Bu anlamda Kemalist totaliter laiklik yerine, her din, mezhep ve tarikate ve özellikle tek tek her vatandaşın dini inancına saygı gösteren, kim neye, nasıl inanıyorsa onu olduğu gibi kabullenen demokratik laikliği benimsemek zorundadır.

Anayasa vatandaşlar için alt ve üst kimlik tanımlaması da yapamaz. Bütün kimlikler, kimlikleri belirleyen bütün bireysel ve kollektif haklar ayni düzeyde benimsenmelidir. Sosyolojik olarak alt üst kimlik tartışmaları olabilir ama hukuksal ve anayasal olarak kimlikler derecelendirilemez ve ona göre mesafeler belirlenemez. Devlet her kimliğe, her bireysel ve kollektif hakka eşit davranmak zorundadır.

Anayasanın bireyi temel alarak konum belirlemesi, vatandaşların etnik, dinsel, mezhepsel, cinsel, sınıfsal ya da başka kimliklerinin inkar ya da gözardı edildiği anlamına gelmez. Aksine bireyin kolektif hakları hangi kimliklerle hangi ölçüde örtüşmüşse ve bireyleri hangi ölçü ve kombinezonlarla toplumsallaştırmışsa o kimliklerin tanınmaları, yaşayıp gelişmeleri, diğer kimliklerle eşit hak ve olanaklara sahipolmaları statüleri verilmek zorundadır. Çünkü anayasa hak ve özgürlükleri tanımlayan prensip sözleşmeler oldukları gibi, onları koruyup geliştirecek mekanizmaların oluşmasını hükme bağlayan emredici hükümleri olan demokratik hukuksal bir gücün de ifadesidir. Yoksa, eşit hak ve özgürlükler sanal olur, sadece lafta kalır.

Anaysanın müzakere süreci katılımcıların halat çekme yarışlarını andıran; kendi tarafına çekme, güç konumundan hareket ederek daha fazlasını ele geçirme, diğer katılımcıları altetme yarışması biçiminde ele alınamaz. Anayasa evrensel hukuk normları, insan hakları ve ileri demokrasi standardları esas alınarak yapılmak zorundadır.

Demokratik anayasaların kabul edilmesinde referandum ya da benzeri oylamalar da belirleyici olamaz, toplumdaki azınlık grupların hak ve özgürlükleri beli bir etnik, dini, cinsel ya da sınıfsal çoğunluğun oluruna bırakılamaz. Bu anlamda referandum mekanizması anayasal hak ve özgürlükler için demokratik değil, Jakoben modernitenin ulus devlet anlayışına denk gelen totaliter gayrimeşru bir mekanizmadır.

Anayasa, vatandaşların can ve mal güvenliklerini, düşünce, ifade ve örgütlenme, din ve vicdan özgürlüklerini güvence altına alan, serbest girişimciliği, mülk edinme, herkese mesleği, yetiştiği ve hak ederek arzu ettiği alanda meslek edinme; çalışma olanak ve güvencsini sunan, fiziksel ve/veya zihinsel engel, yaşlılık, ekonomik yetersizlik ya da başka sosyal nedenlerle destek gereksinimi duyanlarla dayanışmayı garantiye alan, onlara becerilerine göre çalışma imkanları sunmayı buyuran sosyal dayanışmacı bir anayasa olmalıdır.

Anayasa ırk ayırımını, farklı etnik, din, mezheb, kültür ve dilleri, farklı sınıf ve tabakaları ve cinsleri küçümsemeyi, kadın ve çocuklara yönelik her türlü şiddeti, savaş propagandası yapmayı yasaklamalıdır. Vatandaşların can ve mal güvenliğini, özel yaşamlarının dokunulmazlığını garanti altına almalıdır. Ancak getirilen tedbirler hiçbir koşulda bireysel ve kollektif hak ve özgürlüklerin kısıtlanması pahasına olmamalıdır.

Toplumsal sözleşme olan anayasanın, yaşayan insan neslinin doğa ve çevreyle uyumlu olması, onları tahrip etmemesi, kaynaklarını tüketmemesi, gelecek nesillere daha yoksul ve verimsiz bir dünya bırakmaması, doğanın zenginliklerinin diğer canlılarla paylaşılması görev ve sorumluluklarını yüklemesi gerekir. Nasıl insanlar pikniğe giderken çer-çöpü, hertürlü pisliği arkalarında bırakmadan kalkmak zorundaysa, bizler de arkamızda çocuklarımıza ve gelecek diğer nesillere tertemiz, yaşanır ve daha üretken bir dünya bırakarak gitmeliyiz. Anayasanın bu konuda da, sorumluluk yükleyen hükümleri olmalıdır.

Anayasa geçmişte haksızlık yaptığımız, baskı ve tehditlerle boyun eğdirdiğimiz; üstelik tarihi çarpıtarak günahkar ilan ettiğimiz atalarımıza karşı işlediğimiz günahları affetirecek, haksızlıkları telafi edecek bir ortam yaratmayı hüküm haline getirmelidir.

Anayasa derin tarafı kessinlikle olmayan, açık ve şeffaf bir devlet yapısını getirmeli, seçimle gelen sivil hükümete bağlı olmayan, parlamenter sistem tarafından kontrol edilemeyen, hesap sorulamayan hiçbir mekanizmaya yer verilmemelidir. Devletin yasadışı derin yapılanmaları ile yasalarla belirlenmiş seçimle gelen hükümete bağlı ve parlamento tarafından kontrol edilebilen, hesap sorulabilen, bağımsız ve tarafsız yargının karşısına çıkarılabilen gizli kurumları arasında büyük bir fark var. Ayrıca bağımsız ve tarafsız yargı mekanizması hukuk devletinin vazgeçilmez temelidir.

KOLEKTİF HAKLAR İÇİN STATÜ VE KURUMLAR

Anayasa, bütün yurttaşların kolektif haklarını sadece teorik düzeyde tanıyıp etnik, kültürel, dinsel, mezhepsel, sınıfsal ve cinsel kimlikleri bakımından özgür ve eşit olmalarını salt teorik anlamda güvence altına almakla yetinemez, bunların pratiğe geçirilmesi için gerekli siyasi, sosyal, kültürel, idari vs. statü ve kurumların oluşması için emredici hükümler içermelidir.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının etnik, kültürel, dinsel ve mezhepsel farklılıklarını, bunların ülke coğrafyasına dağılımını göz önüne aldığımızda, devletin üniter ve merkezi bürokratik yapısından vazgeçilmesi, küçülmesi ve farklı düzeylerde ademi merkeziyetçi bir yapısının ortaya çıkması gerektiği kabul edilebilir. Aslında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı etnik, dini ve mezhepsel toplulukların 600 yıllık Osmanlı devletiyle sarmaşlaşan tarihleri, ademi merkeziyetçi yapının merkezi üniter yapıdan daha sağlıklı ve uzun ömürlü olduğunu göstermiştir. Özellikle Kürdistan küçük ve büyük hükümetleriyle farklı derecelerde de olsa bağımsız ya da yarı bağımlı özerkliklerle idare edilirdi ve bu sistem hem Kürtlere hem Osmanlılara büyük yararlar getirmişti.

Ancak III. Selim’le başlayan ve II. Mahmut, Tanzimatçılar, Yani Osmanlıcılar, İttihat ve Terakiciler ve Cumhuriyetçilerle süregelen bütün değişimler aslında tahribatlara, halkların birbirlerine düşmelerine, ülke zenginliklerinin heder olmasına, saymakla bitmeyecek kötülüklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Tek istisna, II. Abdulhamid döneminde başlayan ‘Hamidiye Alayları’ projesidir ki bu girişim aslında Kürdistan’da ademi merkezi yapılara; daha üst düzeyde Kürt statülerine, bir nevi yeni bir yarı-otonom Kürt mirlikleri sistemine götürüyordu. Fakat proje özellikle batı yanlısı moderniteciler tarafından sekteye uğratıldı, dejenere edildi ve tamamlanmadan İttihat Terakiciler tarafından bitirildi. Kürtlerin Abdulhamid’e ‘Bavê kurdan’ (Kürtlerin Babası) diye hitap etmelerinin bir anlamı olmalı.

Bizi bugüne getiren hemen hemen bütün ağır sorunlar, 18. yüzyılın başından itibaren Fransız jakoben modernizminin ve Alman militarizminin yoğrulmasıyla ortaya çıkarılan ve devrimleri, darbeleri, kan ve çiddeti içeren ‘modernleşme’ eylemleriyle boyvermiştir. Modernleşme hareketleri, aslında bürokratik merkezileşmeyi, totaliterleşmeyi hedef alan tarihsel sapmalar ve gayri ahlakilikler olarak değerlendirilebilir. Bu çabalar sonuçta periferi halklarının, gayri müslümlerin ve resmi olmayan din ve mezheplerin büyük zararına olmuş, hatta kimilerinin ortadan kaldırılmalarına götürmüştür.

ADEMİ MERKEZİYETİN ANAYASAL BİÇİMLENMESİ

Türkiye’deki ademi merkeziyetçilik nasıl oluşacak, ancak somut projeler üzerinde konuşulduğunda ortaya çıkacaktır. Bu mesele sadece Kürtler için değil, Türkler de dahil bütün kimlikler için cevaplanması gerken bir sorundur. Sadece bir bölgeye özerklik verilerek mesele halledilemez; Türkiye bu anlamda baştan başa yeniden dizayn edilmelidir.

Böyle düşünüldüğünde, sorun, tek bir otonomi şablonuyla da çözülemez. Federasyon, farklı düzeydeki bölgesel özerklikler, kültürel özerklik, iller ve ilçeler bazında daha geniş idari yetki ve sorumluluklar, buralarda yaşayan ve azınlık denilebilecek vatandaşlara dillerini, kültürlerini, gelenek ve göreneklerini, dini ve mezhebi inançlarını koruyup geliştirmeleri için kendilerinin de katılımcı oldukları siyasi ve idari karar mekanizmalarının, kamusal ve özel idari kurumların oluşması gerekir.

Statülerin oluşturulması, federasyon ya da otonomi düzeyinde de olsa bir dereceye kadar bugüne dek gelen sistemin kötülük ve yanlışlıklarını kaldırma açısından bazı çözümler getirebilir. Fakat bunların içeriklerinin ne anlama geldiği açığa kavuşturulmazsa, yeni ciddi sorunlar doğar ve Türkiye’nin şimdiki despotik Kemalist ulus devletinin küçük prototipleri ortaya çıkabilir.

Federasyon ya da özerklik statülerinin kazanılması, bir bakıma ulusların kendi kaderlerini tayin haklarını bir biçimde somutlaştırmış olmaları anlamına gelir. Ulusun kendi kaderini tayin hakkı, eğer savaş ve şiddetle elde edilmemişse şu ya da bu biçimde bir referandum olayıdır. Referandumun her koşulda iyi ve adil sonuçlar doğurduğu söylenemez. Hatta farklı kimlikler sözkonusu olduğunda çoğu kez büyük adaletsizlikler ve yanlışlıklar getirebilir. Tayin hakkı, bağımsızlık ya da özerklik derecesi ne olursa olsun, aslında bir ulus devlet örgütlenmesine karar vermedir ve o ulus devlet içinde yaşayan çoğunluk halkın kararının, çoğunluk olmayan halkların iradelerine ters düşse de kabul edilmesidir. Bir yerde elma, armut ve portakalların bir araya konularak hangi meyve çoğunluktaysa toplam sonucun o meyve cinsinden verilmesi gibidir.

Anyasada federasyon ya da otonomiler ele alınırken oluşum biçimi, içeriğinin nasıl olacağı, o statüdeki vatandaşların hak ve hukuklarının nasıl biçimleneceği de en az onun kadar önemlidir.

Bu nedenle statüler oluşturulurken o statüdeki demokrasi, insan hak ve özgürlükleri, bireysel ve kollektif haklar vs. devletin tümündeki standardlardan daha geri olmamalıdır.

Örneğin Türkiye’nin geneli ya da daha doğru bir deyimle statü dışındaki büyük bölümü için evrensel hukuk normlarında özgürlükçü, katılımcı, çoğulcu bir demokrasi geçerliyken, özerk statüdeki alanda tek partili, tekçi, totaliter, geçmişte doğu Avrupa ve başka yerlerdeki sosyalist ülkelerde, ya da sömürge sonrası kimi ülkelerin, hatta belki de Orta Doğu’daki Baas tipi rejimlerin oluşturduğu katı devlet yapıları benimsenemez. Bu olursa, tayin hakkı ya da referandum ileriye değil geriye götürmüş olur.

Uniter merkezi devlet olmayacak, ademi merkeziyetçi farklı idari ve siyasal birimlerin öne çıktığı özerklikler olacak, ama bu, o ülkenin değişik idari birimlerinde demokrasi ve insan hakları bakımından farklı standardların olabileceği anlamına gelmez. Genelde ayrı, statü bölgesinde ayrı standartların olduğu, hele hele bölgenin genele göre geri düştüğü durumda o bölgenin ya da idarenin vatandaşları orayı terk ederek daha yaşanır bölgelere göç ederler. Böylece bölge ekonomik, sosyal ve siyasal olarak diğer bölgelerlerle, ülkenin tümüyle, ya da dünyayla entegre olamaz, kendi kabuğuna çekilir, tecrid olur, dışarıdan yatırım ve girişimciler gelmez, içerdekiler de dışarıya kaçar, ekonomik ve sosyal çöküntü boyverir.

Oluşacak statülerde çoğulcu özgürlükçü yapılar benimsenmeli, etnik, dinsel, mezhepsel vs kimlikler söz ve karar sahibi olmalı, bireysel ve kollektif haklarının kullanılıp geliştirlmesi tam güvence altına alınlmalı, eşit hak ve olanakları pratikte sağlayan kurumlar kurulmalıdır.

Statüyü oluşturan yasalar durağan olmamalı, bir süre sonra dünyanın ve ülke genelinin değişip ileriye gittiği durumlarda geri kalan, değiştirilemeyecek ya da değiştirilmesi için acı kavgaları gerektirecek anlaşmalarla biçimlenmemeli, dinamik olmalı, ülke değiştikçe, gelişip güçlendikçe statüyü oluşturan yasaların da otomatik olarak değiştiği bir sistemi öngören emredici anayasal hükümler getirilmelidir.

ATILACAK SOMUT ADIMLAR

Anlaşıldığı kadarıyla Türkiye’de uzlaşmayla yani bir anayasanın yapılmasına ilişkin ezici çoğunlukta bir irade var. Ak Parti, parlamentoda grubu bulunan bütün partilerin eşit sayıda temsilci verecekleri ve uzlaşma yoluyla sonuç alacak bir anayasa komisyonunun kurulmasını öneriyor. Bunun diğer partiler tarafından da kabul göreceği büyük bir ihtimal.

Her partinin veto hakkına sahib olduğu bir uzlaşma komisyonunun hem iyi, hem kötü tarafları var. Ak Parti’de ve CHP’de belli bir kesimin ve MHP’nin demokratik katılımcı ademi merkeziyetçi bir anayasaya karşı oldukları gözönüne getirildiğinde çözümün neredeyse imkansız derecesinde zor olduğu söylenebilir. Ama öte yandan BDP’nin güçlü bir parlamento grubunu Meclis’e sokmuş olması da büyük bir fırsattır. Bu, BDP’nin ‘evet’ demeyeceği bir anayasanın da kabul edilemeyeceği anlamına gelir. BDP’liler yemin edip parlamentoya giderlerse ya demokratik yeni bir anayasa olur, ya da ülkeyi artık idare edemeyan bugünkü anayasa yürürlükte kalır ki Türkiye’nin buna tahammülü yoktur artık. Bugünkü anayasanın yürürlükte kalması Türkiye’nin hergün çürüyüp aşınması, sorunların giderek kangrenleşmesi anlamına gelir. Muhtemelen bütün partilerdeki vesayetçi ve statükocu yapılar isteseler de bugünkü anayasanın ömrünü uzatarak hiçbir kazanç elde edemeyecekler.

Ayrıca Ak Parti açısından düşünüldüğünde, gelecek seçimlerde kaybetmesi ya da tek başına iktidar olamayacak düzeyde gerilemesi durumunda, bugünkü anayasa ve yasaların kendisine karşı bir rövanş ortamını getirmesi tehlikesi var. Ak Parti’nin gitmeden, hatta henüz gerilememişken anayasal ve gerekli yasal değişiklikleri yapmak zorunda olduğu düşünülebilir. Bu, BDP-ye ve Kürtlere müzakerelerde daha fazla avantaj sağlar. Kürtler de yani anayasanın en erken zamanda yapılması ihtiyacıyla karşı karşıyadırlar. Kürtlerin katılmadığı yeni bir anayasa, gerçek ihtiyaçlara cevap olacak demokratik, çoğulcu ve ademi-merkeziyetçi bir anayasanın 50 yıl daha geri gitmesi sonucunu doğurabilir.

BDP’li vekillerin bütün sorunlara rağmen sadece yeni anayasa için bile olsa 1 Ekim’de Meclis’e gitmeleri ve müzakere sürecine katılmaları gerekir. Müzakere sürecinin dışında kalırsa BDP hem halka, hem de tarihe karşı büyük sorumluluk altına girer.

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s

%d bloggers like this: