(Mûrad Ciwan, 2011 sonbaharında İstanbul’da Ekopolitik’in merkezinde Hamidiye Alayları ile ilgili bir seminer verdi. Aşağıdaki tekst, verilen seminerin ses bant çözümünün redakte edilmiş, gözden geçirilmiş ve bir ölçüde genişletilmiş biçimidir.)
Ergün Yıldırım: Mûrad Ali Ciwan’ın biyografisine baktığımız zaman hem uğraş alanları, hem de mekânlar açısından sürekli hareket halinde olan bir kişilik görüyoruz. Bu, aslında düşünen insanlar açısından çok verimli bir hikâye, çünkü bir insan dolaştıkça ve hareket halinde oldukça daha çok bereketlenir, gelişir.
Türkiye’de tartışılan, üzerinde durulan, belki de bugünkü Kürt sorununu anlamak açısından çok büyük bir mesele olarak karşımızda duran koruculuk sistemi var. Koruculuk sistemi tartışılırken zaman zaman tarihsel olarak Hamidiye Alayları’na atıfta bulunulur. Bu ne kadar doğru, ne kadar değil? Gerçekten de bu tecrübenin günümüze düşen anlamı nedir? Bu konuda bizi aydınlatacağına inanıyorum. Bu nedenle Murat Bey’in Hamidiye Alayları ile ilgili yorumları, bilgileri ve yaklaşımlarının bugünü anlama açısından büyük bir değer taşıyacağını düşünüyorum. Mûrad Bey, buyurun konuşmayı size bırakıyorum.
Mûrad Ali Ciwan:
Teşekkür ederim.
Hamidiye Alayları hakkında bugüne kadar epeyi konuşulup yazılmış, adları çok yerde geçmiş, ama alıcı bir gözle baktığımızda esas olarak haklarında çok az bilimsel çalışmanın yapıldığını görürüz. O kadar az ki bu konudaki ciddi bağımsız araştırma, içerde ve dışarda iki elin parmaklarını geçmez. Geriye kalanların hemen hemen tümü daha önce yapılmış bir kaç çalışmanın tekrarıdır aslında; her gelen yazılanı yeniden araştırmaya ve tartışmaya gerek olmayan gerçekler olarak kabullenmiştir.
Böyle olmasının birtakım nedenleri olabilir: Hamidiye Alayları’nı değerlendiren değişik odaklar var. Farklı kökenden gelseler de bu odaklar bilimsel kaygıların ötesinde birtakım siyasi çıkarlar ve ideolojik yaklaşımlarla meseleye yanaşmışlar, Hamidiye Alayları’nı tümüyle olumsuz gören tespitlerde buluşmuşlardır.
İlk dönemde değişik tarafların benzer değerlendirmeleri, sonradan gelen araştırmacıları etkilemişe benziyor, nasıl olsa tümü aynı değerlendirmeyi yaptıklarına göre belirtilenler doğru, bir kez daha yeniden araştırmaya gerek yok diye düşünülmüş olabilir.
Ama Hamidiye Alayları’na olumsuz yaklaşan tarafların kimliğine bakıldığında aslında bunların tümünün ortak bir yanının olduğu görülür; Alayları kendi çıkar ve amaçları açısından tehlikeli bulmak.
Hamidiye Alayları hakkında, en başta İttihat Terakki’cilerin tutumuna değinilebilir. Daha muhalefette Osmanlı Sultanı Abdülhamit’le mücadele ederlerken, İttihatçiler Hamidiye Alayları’nı sultanın koyu otokratik, mutlakiyetçi yönetiminin Doğu’daki silahlı milis çeteleri, iktidarın Kürt toplumu içindeki kolu olarak görmüşler.
Ayrıca, özellikle Kürt bölgelerindeki mülki, askeri amirler de İstanbul’a yazdıkları raporlarda Hamidiye Alayları hakkında olumsuz tespitlerde bulunmuşlar. Hamidiyeleri, laf geçiremedikleri, başıbozuk, isyankâr, sultandan ya da temsilcisi Müşir Zeki Paşa’dan (Erzincan’da o zaman dördüncü ordu vardı, Abdulhamid’in damadı olan bu paşa 4. ordunun kumandanıydı) başka kimseyi dinlemeyen asi silahlı yapılar olarak değerlendirmişlerdir.
Hamidiye Alayları ile ilgili olarak olumsuz tutum takınan diğer bir kesim de o bölgenin bir kısım şehir eşrafıdır. Eşraf, kırsal alanda şehir yönetimini, yerel devleti dinlemeyen ve giderek yükselen yeni bir gücün çıkarlarını tehdit ettiğini düşünmüştür.
Üçüncü olarak da Ruslar, İngilizler, Almanlar, Amerikalılar ve Fransızlar gibi dış güçler Hamidiyeler’e çok karşıt bir tutum almışlardır. Alaylar’a son verilmesi için Osmanlıların nezdinde ısrarla girişimde bulunmuşlardır. Yabancı ülke diplomatların, misyonerlerin, gezginlerin, finans çevrelerinin ve tüccarların raporlarında Hamidiyeler’le ilgili hemen hemen iyi hiç bir tespite rastlanmaz.
Bunların raporları Kürdistan’nın ve imparatorluğun doğusundaki diğer yerlerin durumunu çok yönlü ele alan objektif raporlar olmaktan ziyade, gayrimüslim toplulukların şikayetlerini ele alan şikayet dilekçeleri gibidir; nerdeyse tümüyle Kürtlerin ve Hamidiyelerin gayrimüslümlere karşı haksızlık ettikleri, mallarının talan ettikleri, onları öldürdükleri ve tecavüz ettikleriyle ilgilidir. Daha çok Avrupa kamuoyunu harekete geçirme, Osmanlı hükümetlerini sıkıştırma ve yabancı devletlere İstanbul hükümetleriyle pazalıkta daha fazla gerekçe sunma amaçlıdırlar.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Ruslar, Fransızlar ve İngilizler Osmanlılar’la gayrimüslim toplulukların hak ve özgürlükleri konusunda sürekli çatışma ve pazarlık içinde olmuşlardır. Tanzimat’ta, Islahat’ta, Kırım Savaşı’ndan sonra gelen -Berlin Antlaşması gibi- birtakım anlaşmalarda Osmanlı yönetiminden azınlıkların; özellikle Ermeniler’in hakları ile ilgili talepleri olmuştur. Pazarlıklarda haklarında olumsuz düşündükleri Hamidiyeler’in önünün alınması istenmiştir.
Hamidiyelerle ilgili tespitlerden birisi de yörenin gayri müslimlerine, özellikle Ermenilere aittir. Ermeniler yaşadıkları topraklar üzerinde Kürtlerle genellikle rekabet içinde olmuşlardır. Ayrıca örgütlenip siyasal mücadeleye girdiklerinde, ya da bazı taleplerle ortaya çıktıklarında Kürt toplumunu şu ya da bu ölçüde kendi karşılarında varsaymışlardır. Silahlı Hamidiye Alayları’nı Kürtlerin kendilerine karşı kazandıkları ciddi bir mevzi ve güç konumu olarak değerlendirmişlerdir.
Kürtler’in kendisi de Hamidiyeler’le ilgili önemli ve ilginç tespitlerde bulunmuşlardır. İlginçtir, Kürtler’in de bugüne kadar yaptıkları hemen hemen tüm değerlendirmeler olumsuzdur.
Kürtler’in o zamanki tespitleri dönemin Kürt gazete ve dergilerinde, İttihat Terakki yayınlarında, hatta Ermeni basın organlarında de yer bulmuştur. Kürtler Hamidiye Alayları’na katılan aşiretlerin Ermeniler’e karşı Sultan Abdülhamid tarafından kullanıldıkları ile ilgili tespitler yapmışlardır.
O dönemde Hamidiyeler’e karşı olumsuz tutum takınan Kürtler İttihat Terakki içindeki Abdullah Cevdet ve benzeri aydınlar, İttihat Teraki ve Ermeni örgütleriyle işbirliği halinde Abdulhamit Yönetimine karşı mücadele eden Kürtler, özellikle Bedirxanilerdir.
İttihat Terakkiciler, Kürtler, Araplar ve Ermeniler bazan aynı örgütlerde, bazan da kendi ayrı örgütlerinin oluşturdukları işbirlikleri çerçevesinde Abdulhamit rejimine karşı birlikte davranıyorlardı. Kürtlerin Hamidiyeler’e karşı tutumlarının sebeplerinden biri eğer Abdulhamid’e karşı olmaları ise diğeri de o dönemde var olan uluslararası kamuoyunu kazanma kaygısıdır. Çünkü Ermeniler’e verdiği destek nedeniyle Avrupa kamuoyu Hamidiyeler’e karşıydı. Aslında Bedirxaniler dışındaki Kürt aydın ve siyasetçileri Hamidiyelerin varlığına pek karşı değillerdi, fakat daha çok onların ‘Abdulhamid’in kışkırtmaları’yla Ermeniler’e yönelmelerini eleştiriyor, bir Ermeni-Kürt çatşması çıkmasın diye bu konuda onları uyarıyorlardı.
Kürtler arasında, esas olarak Bedirxanilerin Hamidiyelerin de varlığına karşı çıktıkları görülür. O da kendi ata toprakları üzerinde; Cizîra Botan’da kendileri gittikten 35-40 yıl sonra Mustafa Paşa Miran’ın kurduğu saltanat nedeniyledir. Botan Emirliği varken Mustafa Paşa, beye bağlı göçebe Miran aşireti içinde ‘hırsız, talancı bir Misto Keçelo’ idi, ama mirlik dağılınca beyliğin topraklar o ve onun gibilere kaldı, bunlar şimdi Osmanlıların işbirlikçileri haline gelerek, rütbe ve makam aldılar Mustafa Paşa haline geldiler, Botan beylerinin mirasına el koydular. Bedirxaniler aynı zamanda bu nedenle Hamidiyelerin Kürdistan’daki varlığına karşı çıktı.
Kürtlerin tespitleri o dönemle kalmayıp günümüze kadar geliyor. Bugün Hamidiyeler daha çok Koy Korucuları’nı tanımlamak için bir referens olarak kullanılıyor ve ‘Kürt’ü Kürt’e kırdırma siyaseti’nin bir sonucu gibi gösteriliyor. Bir Kürt hareketinin varlığından kalkılarak bazı aşiretlere oluşturulan Köy Koruculuğu’nun Kürtleri çatıştırmak amaçlı olduğu, Hamidiyelerin de o amaçla kurulduğu söyleniyor.
Yani anlayacağınız hemen hemen her taraftan Hamidiyelere saldırı var. Tespitler hemen tümüyle olumsuz. Tabii bu çerçevede Hamidiyelere daha çok olumlu bir rol biçerek ben ‘kelaynak’ gibi tek başıma kalan bir bakış açısı içerisindeyim.
Yaptığım çalışmalarda kaynaklarım çok farklı değil. Daha çok bugüne kadar açığa çıkan belgeler, yapılan araştırmalar ve doğrudan Hamidiyeleri ele almayan farklı çalışmalardan edinmiş olduğum bilgilerden doğan farklı bir bakış açısı var. Bu farklı bakış açısını burada belirtmeye çalışacağım.
Ben, bugüne kadar yapılan tespitlerin, ileri sürülen iddiaların aksine, Hamidiyelerin Kürt toplumunda o dönemde aslında olumlu bir rol oynadıkları görüşündeyim. Neden böyle bir görüşte olduğumu belirtmeye çalışacağım. Birtakım ana hatlarını belirteceğim, sorular gelirse o zaman belki daha ayrıntıladırır, farklı yönlere daha fazla açıklık getirme imkanım doğar.
Hatırlatmam gereken birinci husus Hamidiyelerin göçebe Kürt aşiret topluluklarının oluşturdukları yapılar olduğudur. Bütün Kürt toplumunu, yani şehir eşraflarını ya da yerleşik terımcı Kürtleri esas almıyorlar.
Hamidiye Alayları sistemi Sultan Abdülhamid’in fermanıyla başlayan bir projenin ürünüdür. Çalışmanın başına da Abdülhamid’in damadı olan Müşir Zeki Paşa getiriliyor. O, Kürt aşiretlerini Hamidiyeler çerçevesinde örgütlemiş.
Hamidiyeleri örgütleme çalışmalarına 1890’da başlanmış, nizamnamesi 1891’de çıkmış, sonra 1891-92-93’lere kadar gitmiş. Bir kerede ortaya çıkan bir örgütlenme değil, birkaç yıllık zaman içinde adım adım örgütlenmiş. Sürekli değiştirilmiş, hatta kendisini kuranlar tarafından bile zaman zaman kuşkulanıldığı için yapısına sık sık müdahele edilmiş, yasa ve yönetmelikleri değiştirilmiş. Önce ağırdan alınmış, bir takım alaylar oluşturulmuş, ilgi artınca giderek genişletilmiş.
Hamidiyeleri iki dönemde ele almak gerekir. Birincisi 1890’lardan başlayıp, Meşrutiyet’e; hatta 1909’de Sultan Abdülhamid’in düşürülüşüne kadar gelen dönem. İkincisi, ondan sonra gelen; alayların Hamidiye Alaylığından çıkarıldığı, basit redif taburlarına dönüştürüldükleri dönemdir. Bu dönemde İttihat Terakki’nin Hamidiyelere köklü bir müdahalesi var. Yeni bir yasa ve nizamname ile hem adları hem de örgütsel ypıları, statüleri değiştirilmiş, başlarına aşiretin kendi Kürt reisi yerine Türk nizami ordusundan komutanlar getirilerek rejime bağımlı hale getirilmeye çalışılmıştır
Banim Hamidiyelere olumlu rol biçtiğim dönem, 1909 öncesine denk gelen ve adlarıyla resmi olarak Hamidiyeler diye çağrılan dönemidir. Ondan sonraki dönemlere baktığımızda aslında Hamidiyelere Hamidiye Alayı denemez. Zaten İtthat Terakki yönetimi de Hamidiye adını kaldırarak, önce ‘Oğuz Alayları’ demek istemiş, ama sonra halk içinde bu ‘Uyuz Alayları’na dönüşür endişesiyle kendilerine ‘Aşiret Alayları’ demiştir. Kuruluş amaç ve işlevinden çok farklı bir yapılanmaya götürülmüşlerdir. Ona sonradan geleceğim.
Hamidiyelerin kuruluşunda bir iki istisna dışında göçebe aşiretler esas alınmıştır. Sistem ise şöyle: her göçebe ev, Hamidiye alayına atı ve elbisesi ile bir erkek verecek, süvarinin silahı, cephaneliği, askeri malzemesi devletten olacaktı.
Hamidiye süvari alaylarına alınanlar, düzenli askerlik vazifesinden muaf tutulacak, yılın belli dönemlerinde kendi yörelerinde belli bir alanda toplanıp askeri eğitim yapacaklar; eğitimden sonra yine kendi aşiretlerine, köylerine gidip günlük işlerine devam edeceklerdi. Savaş dönemlerinde birleşip orduya katılacak, savaşa gideceklerdi.
Hamidiye alayına alınanlar bütün vergilerden muaf tutulacaklardı.
Hamidiye alaylarına katılanlara hazine arazilerinden toprak verilecek, göçebe aşiretlerin toprağa yerleştirilmesi süreci başlayacak, hayvancılığın yanısıra toprakla uğraşmaları da temin edilecekti.
Hamidiye Alayları doğrudan Dördüncü Ordu’ya ve sultana bağlı olacak; yöredeki mülki amirler; valiler, mutasarrıf ve askeri komutanlar üzerlerinde söz sahibi olmayacak, herhangi bir olay karşısında mülki ve askeri birim ve yetkililer onlardan hesap soramayacak, yerel mahkemeler onları yargılayamayacak, yerel idari, kazai ve askeri idrelere değil, doğrudan doğruya 4. Ordu’ya ve İstanbul’a muhatap olacaklardı.
Bu durum, devletin yerel kurum ve birimlerine karşı Hamidiyeleri bağımsızlaştırarak daha üst bir seviyeye çıkarmış, bir bakıma Osmanlı İmparatorlğu’nun Kürdistan’a denk düşen periferilerinde merkeze bağlı yarı özerk statülerin nüvelerinin atılmasına, Kürdistan hanedanlıklarının yıkılmasından bu yana çöküşe ve dağılmaya giden Kürt toplumunda yeniden bir statü yükselmesine götürmüştür.
Aynı çerçevede, Hamidiye Alayları dönemi, modernleşme ve reform adı altında başlattılan merkezileşmeye paralel olarak Kürt Beyliklerini ortadan kaldırma siyaseti nedeniyle Kürtlerle Osmanlı idaresi arasında doğan husumet ve düşmanlığın ardından yaklaşık yüz yıl sonra Kürtlerin merkezi idareye, özellikle Sultan Abdulhamid’e sevgiyle yaklaştıkları bir dönem olmuştur. Bu durum, raform ve modernleşme adı altnda Osmanlı İmparatorluğu’nda merkizleştirme çabası içinde olan Fransız, Alman ve İngiliz yanlısı iktidar çevrelerini; özellikle İttihat Terakkicileri kızdırmıştır.
Aslında yöreden şehir eşrafının, mülki ve askeri erkanın, Ermeni, Asuri ve diğer gayri müslimlerin, ayrıca kendilerini gayri müslimlerin Osmanlı nezdindeki çıkarlarının en iyi savunucuarı olarak gören diplomat, misyoner, tüccar ve gazginlerin Hamidiyelere karşı çıkmalarının nedenlerinin başında, yükselen bu statü karşısında uğradıkları yerel ve genel iktidar ve prestij kayıplarıdır.
Hamidiye Alayları projesi Kürtler arasında büyük bir ilgi görmüş, hemen hemen bütün göçebe Kürt aşiretleri alaylara akın etmiştir. Rusya sınırlarından güneye, Urfa, Antep ve Cizre’ye kadar Kürtlerin çoğunlukta bulunduğu –Süleymaniye, Şarezor ve Soran bölgesi hariç- tüm yörelerde, ağırlıkta sünni aşiretler Hamidiye alaylarına alınmışlardır. Hatta bugünkü Adıyaman’da Berazan aşireti, göçebe olmadığı, redif taburlarına yazılı olduğu, bu anlamda Hamidiyelere alınma şartlarına uymadığı halde çok istediği için bir istisna olarak Hemidyelere alınmıştır.
Hamidiye örgütlenmeleri genellikle üç coğrafi alana yayılmıştır. Birinci olarak kuzeyde Serhed de denilen Muş, Ardahan, Kars, Ağrı bölgelerinde Kör Hüseyin Paşa’nın egemenliğinde Hamidiye alayları örgütlenmesine gidilmiş. İkinci olarak Diyarbakır’ın güneyi ve batısında İbrahim Paşa’nın komutasında ve üçüncü olarak Cizre bölgesinde Mustafa Paşa (Mîran) komutasında alaylar örgütlenmiş.
Yalnız sünni Kürtler değil, Kürtlerin Sünnileri, Alevileri, Yezidileri; Araplar, Çerkezler; Lübnan ve Golan’daki Dürziler Hamidiyeleri çok çekici bir proje olarak görüp katılmak istemişler.
Örgütlenmeye baktığımızda ise Sünni Kürt aşiretlerinin yanında birkaç Arap aşireti ile Karapapaklar var.
Yezidi Kürtler müracaatta bulunmuş, kabul edilmemişler, fakat İbrahim Paşa Milli’nin alaylarında onun egemenlik alanlarındaki Yezidiler yer almış, buna dersaadetten ya da Dördüncü Ordu’dan herhangi bir itiraz gelmemiş.
Dürziler müracaatta bulunmuş, bunlara güvenilerek silah verilemez denerek alınmamışlardır.
Alevi aşiretleri bağımsız olarak alınmamışlardır, fakat Yezidiler’de olduğu gibi Maraş’taki Alevi Sinemili kurmanc aşiretleri İbrahim Paşa Milli’nin Hamidiye örgütlenmesinin içinde yeralmışlardır. Aslında İbrahim Paşa Milli Dersim’e kadar yayılan nüfuzu dolayısıyla Dersim Maraş Alevilerini Mardin, Diyarbakır Urfa Yezidileri gibi kendi milleti saymış, eskiden beri yakın işbirliği, dostluk ve dayanışma içerisinde olduğu aşiret ve toplulukları kendinden saymış ve bunları kendi Hamidiye alaylarına katmıştır.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Sykes-Picot antlaşmasını imzalayanlardan İngiliz Mark Sykes’ın raporları bu konuda ilginç bilgilere yer verir. Raporlara göre İbrahim Paşa kendi gibi sunni müslüman olan Cizre’deki Mustafa Paşa Miranla kendisini aynı milletten saymıyor, ama Viranşehir’den başlayarak Dersim’e kadar uzanan alanlardaki Alevileri ve Yezidileri kendi milletinden sayıyor. Bu alanlarda İbrhim Paşa ile Sinemili Alevi Kurmancları arasındaki sıkkı işbirliği ve dostluk örneklerinin dile geldiği birtakım bilgiler de var raporlarda. İbrahim Paşa’nın bir Hamidiye olarak Ermenilere olduğu gibi Alevilere karşı da herhangi bir tutumu yok.
Başka bir örnek daha var. Başbakan Recep Tayyıp Erdoğan’ın parlamento grup toplantısında Dersim katliamını anlatırken bahsettiği bir rapor var. O raporda Osmanlı dönemi Dersim politikaları anlatılırken belli bir dönemde Dersim’de Hamidiye taburları kurulması için Hamidiye komutanı Zeki Paşa’nın getirdiği öneriler ile bunun o dönemdeki Elazığ mutasarrıfı ve İstanbul’daki Hamidiye muhalifleri tarafından reddedildği tespitleri var.
Tabii Serhad’da; Muş, Erzincan ve Varto yörelerinde Hamidiye Alayları’nın Sünni aşiretleri ile Dersim’in Alevi aşiretleri arasında birtakım çatışmalar olmuştur. Fakat biz bu çatışmaları doğrudan Hamidiye’ye bağlayamayız. Hamidiyelerden önce de aynı Sünni ve Şii Kürtler arasında çatışmalar vardır. Özel olarak Hamidiyelerin getirdiği bir çekişme, çatışma değil bu. Güneyde İbrahim Paşa’nın egemenlik alanında, Cizre’de Mustafa Paşa Mîranın yöresinde benzer çatışmalar yok. Ama Varto bölgesinde Hormeklilerle Hasananlar, Cibranlar arasında birtakım çekişmeler, çatışmalar var. Onlar da Hamidiyelere özgü değil, Kürtler’de daha önceden varolan gelenesel aşiret çatışmalarının devamı olarak sayılabilir.
Bir noktaya daha değineyim. Hamidiyeler kurulduktan sonra İstanbul’da aşiret mektebi diye bir mektep açılmıştır ki buralara başlangıçta, aslında Arap aşiret reislerinin çocukları düşünülmüş, sonra onların bazıları gelmemiş, gelenlerden kimileri de başarısız olmuş. Ama Kürtler okula büyük bir ilgi göstermişlerdir. Epeyi Kürt aşiret reisi çocuğu gelip bu mektepte yıllarca okumuştur. Bu gençler çağdaş eğitimi alarak aşiretlerine dönmüş, orada daha bilgili, yetenekli, daha çağdaş ilerigelenler olarak görev almışlardır.
İstanbul’da da modern düşüncelerle, milliyetçi fikirlerle, Arnavut, Arap ve Balkan milliyetçileriyle tanışarak Kürt milliyetçiliğini buralarda edinmişlerdir. Aşiret mektebinde okuyanlar daha sonra Kürt ulusal hareketlerinde birtakım önder roller üstlenmişler, Kürt toplumunu dönüştürme, hak talebinde bulunma ve bu uğurda mücadele etme konusunda görevler üstlenmişlerdir. Miralay Cibranli Xalid Beg bunlardandır ve o bir Hamidiye miralayıdır.
HAMİDİYELERLE KORUCULAR ARASINDA BENZERLİK YOK
Hamidiyelerin korucular gibi değerlendirilemeyeceğine ilişkin pekçok tespit yapılabilir.
Hamidiyeler kurulduğu zaman hiçbir Kürt ulusal hareketi başlamamıştı, ortada bir Kürt ayaklanması yoktu. En son Kürt hareketi Şeyh Ubeydullah’ın önderliğindeki hareketti, 1880’de bitmişti. Hamidiyeler son Kürt isyanının bastırılmasından 10-12 yıl sonra kurulmuştu. Hamidiyeler kurulurken bir Kürt hareketi tehlikesi ve Kürtlerin bir kısmını getirip başka Kürtlerle çatıştırmak üzere herhangi bir gerekçe ve bahane ortada yoktu. Hamidiyelerin Kürtler arasında yaygın bir çatışmayı getirdiği de görülmez.
Tabi Hamidiye dönemlerinde kimi aşiretler arasında kavgalar olmamış değil. Eskiden ve bugün olduğu gibi aşiretler, aşiret içinde aileleler karşıkarşıya gelmişlerdir. Ama bu Hamidiyelere özgü değil, genel aşiretsel yapıya ait özelliklerle izah edilebilecek anlaşmazlıklardır. Hatta Hamidiyeler elbette pur temiz kurumlar sayılamazlar. Statünün getirdiği gücü onlar kimi anlaşmazlıklarını çözmede, osmanlı makamları nezdinde rüşvet ve makam karşılığında kullanmşlardır. Bunu bir takım toprak anlaşmazlıklarında Ermenilere olduğu gibi müslüman Kürt aşiretlerine ya da eşrafa karşı da kullanmışlar ve bir takım imtiyazalar almışlardır.
Ama Hamidiyeye alınma, aslında başka bir yandan devletin başıboş oldukları iddia edilen kimi göçebe Kürtleri daha kolay zapturapt altına almasına imkan vermiştir. Bu anlamda aslında Hamidiyelerin oluşması toplumun güçsüz kesimleri, gayri müslüm ve özellikle Ermeni toplulukları açısından da bir düzen ve güven getirdiği söylenebilir. Herhangi bir haksızlık karşısında kendilerinden daha kolay hesap sorulur hale geldiklerini bilerek onlar da sorumluluk üstlenip kendilerine çeki düzen verdikleri için Ermenilere, genel olarak tüm müslüm ve gayri müslümlere daha güvenilir bir ortam doğmuştur.
Bu nedenle, Hamidiyelerin özellikle Kürt hareketine karşı kurulmuş yapılar ya da Kürtü Kürte kırdırma projesi oldukları asla söylenemez. Böyle bir örnek de zaten yoktur.
Hamidiyeler Kürtler arasında özel olarak bir çatışma ortamı yaratmadıkları gibi aksine, onları daha üst ve geniş düzeyde bir birliğe yönlendirmiştir. Hatta bu konuda o dönemde yapılan tespit ve değerlendirmeler bile var: Bilindiği gibi Hamidiyeler kurulduktan sonra rütbe alan aşiret reisleri İstanbul’a çağrıldılar. İstanbul’da yapılacak merasimlerde Sultan Abdülhamid onlara hırkalarını giydirecek, sancaklarını verecekti.
Farklı aşiret reisleri, İstanbul’a maiyetleriyle gelmiş, başta camiler omak üzere belli yerlerde misafir ediliyorlardı. Mersimi beklerken bir araya gelip konuşuyorlardı. İçlerinde olup haklarında hükümete gizli rapor yazan biri var. Rapordan anlaşılıyor ki kendisi Kürt değil, ama Kürtçeyi biliyor. Rapor olumsuz: “Hamidiye alaylarını kuruyorsunuz, onlara birtakım yetkiler, imtiyazlar veriliyor, ilerde Osmanlı’nın başına bela olacak. Parça parça iken Osmanlı bunlarla başa çıkamazken yaptığınız şeyler Kürtleri bir araya getirecek, daha büyük fırsatlar elde ederek Osmanlıya karşı başkaldırmalarına yol açacak” anlamında tepitler var raporda.
O dönemin raporlarından anlıyoruz ki bu proje aslında Kürtleri koruculuk gibi birbirine düşürme, çatıştırma projesi değil.
HAMDİYELERİN GETİRDİĞİ İMTİYAZLAR VE İYİLEŞTİRMELER
Esas Hamidiye Alayları örgütlenmesinin kazandırdığı imtiyazlara, Kürt aşiret yaşamına ve genel olarak tüm Kürt toplumuna getirdiği iyileştirmeler değerlendirildiğinde onların Kürtler açısından anlamı daha iyi anlaşılır
Bilindiği gibi Hamidiyeye süvari veren aşiret mensupları bir takım imtiyazlar alıyorlar. Yasa ve yönetmeliklere göre Hamidiye mensupları askere gitmeyecekler, sadece yılın belli aylarında kendi bölgelerinde toplanıp askeri eğitime katılacak, sonra evlerine, tarlalarına, sürülerinin başlarına döneceklerdi.
O dönemde askerlik süresinin 4-5, hatta 7 yıl olduğu, askerlikten kurtulmak için insanların dağlara kaçtıkları, gizlendikleri düşünüldüğünde belli bir topluluğun askerlikten muaf tutulmasının iş gücüne kazandıracaklarının anlamı büyüktür. Muafiyetin sosyo-ekonomik anlamda olumlu bir rol oynadığı, ekonomiye, üretime dahafazla zaman ve işgücü kazandırarak zenginliğin birikimi için koşullar oluşturduğu kesindir. O dönemin raporlarında zirai gelişmelerin olduğuna dair tespitler var.
Vergilerden muaf tutulmak da kazanılanın önemli bir bölümünü devlete vermekten kurtulmak, kendi yaşamı için kullanmak demektir. Kazancın belli bir kısmının devlete gitmemesi, yörede kalması, daha fazla zenginlik ve refah seviyesinin yükselmesi demektir.
Esas olarak sözkonusu yüzyılın ilk yarısında Osmanlı merkezi idaresinin Kürt beyliklerine yönelmesinin nedenlerinden biri de Osmanlı İmparatorluğu’nun asker ve vergi ihtiyacıdı. Devleti merkezileştirme çabalarına baktığımızda, Üçüncü Selim ve İkinci Mahmut’un ‘reformları’na, Tanzimat’a, Islahat Fermanı’na ve daha sonra gelen reformlara karşı çıkışın esas nedeni yerel idari statüyü korumanın yanında vergi ve asker meselesiydi. Raformlar Kürt halkının asker ve vergi yükünü büyük oranda arttırıyor, üretim ve yaşam açısından geleceğini daha fazla belirsizleştiriyordu. Toplumun işgücü kaynağı en verimli çağında üretimden koparılıp askere alınacağı, elde edilen kazançlara vergi yoluyla el konacağı için millet ‘tanzimat’ ve ’ıslahat’ denen değişikliklere karşı çıkıyordu.
Hamidiye sisteminin kurulmasıyla elbette Osmanlı İmparatorluğu özellikle sınır boylarında İran’la ilişkilerinde problem olan ve başka bazı bakımlardan baş ağrıtan aşiretleri merkeze, özellikle sultana bağlayarak daha güvenli bir düzenlemeye gidiyor, ayrıca birtakım tehlikelere karşı onları güvence olarak kullanıyor. Ama Kürt aşiretleri de devletin yöredeki bürokratik yapısını deyim yerindeyse bypass ederek, bazı aşamaları atlayarak daha üst seviyeye çıkmakla doğrudan doğruya merkezle muhatap olmayı kendi çıkarlarına daha uygun görüyorlardı.
Tek tek valilerle, mutasarrıflara, askeri ve idari makamlara, yerel mahkemelere muhatap olmak başka bir şey, onların da üzerine çıkarak sadece merkezle; İstanbul’la, 4. Ordu’yla muhatap olmak, daha üst bir statü kazanmak başkaydı.
Ne denirse densin Hamidiye sistemi Kürt toplumunun statüsünü de yükseltmiştir. Hamidiye üstüne yazan Türk yazar ve araştırmacılar, Hamidiye alaylarını Abdulhamid’in ‘’merkezileştirmeyi güçlendiren koyu istibdat dönemi’’nin bir vasıtası olarak gösterir.
Hatta Sultan’ın ve Zeki Paşa’nın Hamidiyeleri kurarak yöreyi zapturap altına almak istedikleri, aşirtleri merkeze daha fazla sadık teb’a haline getirmek istedikleri ve birtakım iç ve diş tehlike ve tehditlere karşı kulanmayı tasarladıkları varsayılabilir de.
Ancak bölgeye daha fazla nizam ve intizamın gelmesi, onların merkeze daha sadık kullar olmaları, otomatik olarak merkezileşme anlamına gelmiyordu. Aksine bunun tersi bir sürec başladı. Periferide yeni bir statü yükselmesi, birleşme ve istikrar odağı olma rolü doğdu, desentralizasyona yol açıldı. Merkeze uzak periferide yeni bir güç odağının yükselmesini getirdi. Kürdistan bölgesinde daha farklı bir merkezileşme ve statüleşmeye yol açtı.
Haydaran aşiret reisi Huseyin Heyderi Hamidiye Miralayı Kör Huseyin Paşa oldu. O artık adece bir kazanın belli bir bölgesinde bir aşiret reisi değil, etrafında ordusu olan, insanları yargılayabilecek, birtakım olaylara müdahale edebilecek, güvenlik, düzen ve istikraradan surumlu bir duruma geldi. Valileri, yerel mahkemeleri dinlemeden doğrudan doğruya Müşir Zeki Paşa’ya ya da İstanbul’la muhatap oldu.
Kürtlerde bir nevi statü yükselmesi yüz, yüz elli yıllık tarihte ilk defa Abdülhamid döneminde ortaya çıkmıştır. Kürtlerin yerel Osmanlı vali ve paşalarının emir ve fermanlarından kurtularak daha serbest hareket edebilmelerine, kendi kendilerini daha fazla yönetebilmelerine götürecek bir yol açılmıştır. Periferide neredeyse yarı-mirlik (beylik) diyebileceğimiz bir düzene geçişten bahsedilebilir.
Bunu düşündüğümüzde Kürtlerin Abdülhamid’e “Kürtlerin babası” demesi ve Abdulhamid ya da Hamidiye karşıtlarının bu ilişkiyi karalamaya çalışarak küçümseyici yaftalar yapıştırmaları daha anlamlı oluyor.
Görüldüğü gibi Kürtlerin Abdulhamid’e sevgisi öyle aptalca bir şey değil. Kürtlerin arasında çok meşhurdur ‘’Abdulhamid, bavê kurdan (Abdulhamid, Kürtlerin babası)” sözü.
Tabii Hamidiye alayları çok kısa süren; 15-20 yılı aşmayan bir proje olduğu için bütün bu söylediklerimiz tekamül etmeden, tamamlanmadan İttihat ve Terakki iktidarlarının ortaya çıkmasının getirdiği dönüşümlerle ardından Birinci Dünya savaşı ve sonrasındaki gelişmelerle sekteye uğradı.
HAMİDİYLERİN ERMENİ MESELESİNDE ROLÜ
Hamidiye alaylarını Ermenilere ve yabancılara karşı bir proje gibi ele aldığımızda, orada da şimdiye kadar öne sürülenlerde birtakım problemler görürüz.
Elbette Abdülhamid ve İstanbul hükümeti dış müdahale tehlikesini görmüş, Hamidiyeleri buna karşı bir tedbir gibi düşünmüştür. Elbette o dönemde güçlenen Ermeni milliyetçiliğinin İmparatorluktan toprak koparma ya da yabancı devletlerin ve dış güçlerin devletin içişlerine karışmasında aracı olma tehlikesini gözönüne alarak bir yapılanmaya gitmiştir.
Ama Ermeni ve dış tehlike sadece İstanbul hükümetinin ya da Abdülhamid’in düşündüğü olaylar değil. Bölgede Ermenilerle yanyana, bir arada yaşayan Kürtler de kendileri açısından bazı tehlikeleri görüyorlar, onlar da Ermeni milliyetçilerin faaliyetlerinden ve yabancı müdahalelerden endişelidirler.
Hamidiye Alaylarını kurma projesi Kürtlerin çıkarları ile de uyumludur. Rusların, İngilizlerin, Fransızların yıllarca gelip o bölgelerde Ermenilerle, diğer gayrimüslimlerle, Süryanilerle işbirliği yapmaları söz konusu. Tercümansa gayri müslimler tercümandır, yabancılar ticareti onlarla yapıyor, bayilikleri, banka şubelerini onlara veriyor, misyonerlerin bölgede kurdukları bütün okullar, hastaneler, esas olarak gayr-imüslimler için kurulmuştur. O dönemde Kürtlerin kendi okulları olmadığı halde Ermeniler’in yüzlerce okulu , onlarca gazeteleri var, eğitim amaçlı kitaplar yayınlanıyor, Kürtçe yayınlanan kitaplar bile Kürtler için değil, Ermenice bilmeyen Kürtçe konuşan hırıstiyanlar için ermeni alfabesiyledir.
Yani Rusların, Fransızların, Alamanların, Amerikalıların ve İngilizlerin diplomat ve misyoner çevrelerinin yöreye gelmeleri, birtakım diplomatik üslerin ya da misyonerlik kurumlarının oradaki faaliyetleri, eğitim ve sağlık kurumları, kilise ve manastırlar, ticaret merkez ve temsilclikleri Kürtlere nazaran Ermenilerin statüsünü yükseltiyor.
Üstelik hem Ermeniler, hem de yabancı diplomat ve misyonerler hep tehlike olarak Kürtleri gösteriyor, Osmanlı hükümetinden taleplerde bulunurlarken bile, Kürtleri şöyle ya da böyle zaptrurapt altına al diye onları hedef gösteriyorlardı. Bölgede ısrarla öne sürülen reformlar Kürtleri zayıflatıp gayrimüslimleri ve yabancıların konumlarını güçlendirecek sonuçlar doğuracak, en çok kaybeden Kürtler olacaktı.
Kürt hanedanlıkları yüzyılın ilk yarısında büyük saldırılara uğramış, savaşlar yaşamışlar, mirlik-beylik düzenlerini yitirmişler, otoriteleri kırılmış, toplum bağları parçalanmış, bölük pörçük aşiretlere bölünmüşlerdi. Düzen bozulmuş, anarşi ve kriminal olaylar artmış, can ve mal güvenliği tehdid altına girmişti. Buna karşın gayrimüslimler giderek yükseliyor, refahları artıyor, kendi dinlerini yaşama, dillerinde, dini buyrukları doğrultusunda eğitim yapma olanakları yaygınlaşıyordu. Yabancı devletlerle yaptıkları işbirlikleri sayesinda ticarette güçleniyorlar, ekonomik durumları büyük iyileşmeler gösteriyor, zenginleşiyorlardı. Osmanlılarla yabancılar arasında gidip gelen ayrıcalıklı tabakalar haline geliyorlardı. Bu ayrıcalıklar onları devlet bürokrasisi katında da daha itibarlılaştırıyordu. Osmanlı reformları, Berlin antlaşması, birtakım başka anlaşmalarla kazandıkları haklar gayri müslümlerin statülerini yükseltirken Kürtleri olumsuz etkiliyordu.
Bu nedenle Kürtler gayrı müslümleri, özellikle Ermenileri, Diyarbakır gibi Kürt topraklarını bile içine alan Kafkasya, Karadeniz ve Akdenizi birleştiren Büyük Ermenistan projeleri hayal eden, ayrılma ve bağımsız bir Ermeni devleti kurma yanlısı Ermeni milliyetçi hareketini bir tehdit olarak görüyordu. O nedenle Ermenileri desteklediklerini gördükleri Ruslara, İngilizlere ve Fransızlara karşı da tutum alıyorlardı.
Böylesi koşullarda, Hamidiye Alayları projesi, Kürt aşiretlerinin ve genel olarak Kürt toplumunun genel çıkarları ile uyumludur. Kürtler bir tehdit gibi algıladıklarına karşı kendilerini korumak, güçlü bir statü elde etmek gibi değerlendiriyor Hamidiye sistemini. Dolayısıyla sadece Abdülhamid değil Kürtler de Hamidiyelerin kurulmasını itiyor, ona coşkuyla katılıyolar.
Mesele kimi Kürtlerin iddia ettikleri gibi sadece Sultana ve Osamanlıya hizmet eden tek yanlı bir yapılanma değil, Kürtlerin başkalarına hizmet etmesi anlamına gelmiyor. Kürtler kendileri için istiyor Hamidiyeleri. Hem Kürtler hem de İstanbul hükümetinin çıkarları ile örtüşen bir yapılanma gibi görünüyor proje.
HAMİDİYELER VE TARİHTE KÜRT ERMENİ İLİŞKİLERİ
Hamidiyelerin kuruluşunun toplumda yaratmış olabileceği olumsuzluklara baktığımızda, bunun geleneksel toplumlarda var olan aşiret çekişmelerinin ötesine gitmediğini söylemek mümkün.
Birtakım çatışmalar, köy basmalar, toprak anlaşmazlıkları olduğu zaman, iki Kürt aşireti arasındaki ilişkiler ne ise bir Kürtle Ermeni aşireti arasındaki çatışmalar da genellikle o düzeydedir, ama milliyetçi Ermeni hareketi ortaya çıktıktan sonra hem İstanbul hükümeti, hem de sadece Hamidiyeler değil; bütün Kürt toplumu ona kuşkuyla bakmış, tedbirkar ve sert davranmışlar, aktif tutum almışlardır.
Aslında Hamidiye döneminde Hamidiye dışı Kürt topluluklarının; örneğin şehir eşrafının Ermenilerden duyduğu kuşku ve tedirginlik, onların hükümetle işbirliği halinde Ermenilere, özellikle de Ermeni milliyetçilerine karşı geliştirdikleri tutumlar Hamidiye Alaylarından daha yoğun ve ateşlidir. Sosyoljik olarak bunun izahı var. Biri pazar kavgası veren eşraf ve burjuvazi iken, diğeri sadece kendi göçebelik güzergahını vatan gören aşiret topluluğudur ve milliyetçilik reaksiyoları öyle fazla değil.
Bu nedenle Birinci Dünya Savaşı ve meşrutiyet öncesi dönemde, aslında ne Abdulhamid’de ne de Hamidiye aşiretlerinde 1915’te olan boyutlarıyla bir katliam politikası görmüyoruz. Sason olaylarında hükümetin bir takım planlarının rolü büyük olduğu halde, Hamidiyelerin oynadığı rol redif taburlarının mecburi hizmete koşma rolünden daha fazla değil,
Osmanlı, diyelim, Sason’da olduğu gibi bir yerde isyan ya da ittatsizlik varsa nizami ordu ve redif taburlarının (seferberlik zamanında askere çağrılan yedek güçler) yanında Hamidiyeleri de çağırmış bastırmaya. Hamidiyelerin bu dönemlerdeki rolü redif ordusundan farklı değil, belki de ondan bile isteksiz.
Ermeni meselesi ve Kürt-Ermeni ilişkileri aslında Hamidiye ile doğrudan bağlantılı değil, tarih boyunca Ermenilerle Kürtlerin kendi ilişkilerinde aranmalıdır. Her iki halkın meseleyi sağlıklı bir yere oturtamamalarının çok uzun döneme dayanan bir tarihi geçmişten geldiği görülür.
Mesele, kısaca şöyle izah edilebilir.
Tarihte Ermeniler Van gölünün kuzeyinde ve kuzeydoğusunda, Kürtler Van gölünün güneyinde ve güney doğusunda yaşayan iki halk, küçük toplulukar. İslamiyet ve Hıristiyanlık öncesinde ikisi de Sasanilere bağlı, onlarla aynı dinden gelen Zerdüşti topluluklardır.
Sonradan Hıristiyanlığın doğuşuyla, Ermeniler çok erken Hırıstiyanlığı kabul etti. Roma ve Bizans İmparatorluklarının vasalleri, uçbeylikleri haline geldikleri için İmparatorluğun verdiği güç ve koruma ile Hıristiyanlık, Ermenileri ta Kilikya dediğimiz bölgeye kadar genişleten, toprak sahibi yapan, İstanbul’a batı Anadolu’nun bazı bölgelerine götüren, giderek Ermeni krallıklarının oluşmasını sağlayan bir topluluk haline getirdi.
İslamiyet geldiğinde ise Kürtler İslamiyet’i erken kabul ettikleri için Hıristiyanlık nasıl Ermenilere yayılma ve geniş topraklar elde etme olanağı sağlamışsa, İslamiyet de Kürtlere Van’ın doğu ve güney doğusundan Zagros dağlarından, kuzeyde ta Kafkasya’ya, batıda Sivas’a, Akdeniz’e kadar yayılma alanı sağlamıştır. Özellikle Selahattin Eyyubi dönemini düşündüğümüzde ‘İslamiyet nasıl Selçuklulara ardından bugüne gelen Türklere Fırat’ın batısına kadar yayılma olanağı sağlamışsa, Kürtlere de Fırat’ın doğusuna kadar yayılma olanağı vermiştir’ sözünde büyük bir gerçek payının olduğunu görürüz.
İslamiyet ve özellikle Eyyubi İmparatorluğu sayesinde Kürtler Kars, Ağrı, Erivan ve Trabzon’a kadar yayıldılar. Osmanlı dönemindeki Kürt Türk İşbirliği hem Kürtleri, hem de Türkleri daha geniş alanlara yerleştirdi.
Buna rağmen Ermeniler ta Diyarbakır’ın köy ve kazalarına, Maraş, Antep, Kilikya, Adana taraflarına kadar olan yayılmalarını korumuşlardır. Böylece Kürtlerle Ermeniler iki topluluğun yoğun oldukları toprakların arasında kalan geniş alanlarda aslında içiçe, dişlileriyle yüzyüze getiip birbirine geçirilen iki tarağın dişlileri gibi içiçe geçmişlerdir, yani aralarında onları birbirindan kesin bir hatla ayıracak kesin demografik bir sınır yoktur.
Bu içiçelikleri onları sürekli birtakım çelişki ve çatışmalara götürmüştür. Örneğin Kürt beylikleri ortadan kaldırılırken İstanbul’daki Ermeni patrikliği bir bildiri yayınlayarak, Doğu’daki Ermenilerin Osmanlı ordusu saflarında Kürt beyliklerinin ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmalarını istemiştir. Ermeniler, Kürt beyliklerinin kaldırılmalarının koşullarını rahatlatacağını kendilerine daha iyi yaşam koşullarını getireceğini düşünerek, Osmanlı ordusunun yanında yer almışlardır.
Batıda Klikya’ya, güneyde Diyarbakır’a Botan’a kadar varan büyük Ermenistan idealleri ortaya çıkınca bu sefer Kürtler Ermeniler’e karşı Osmanlı İmparatorluğu saflarında yer almış, Ermeni isteklerini kendilerine karşı bir tehdit olarak görmüşlerdir.
Böylece her iki halk özellikle ondokuzuncu ve yirminci yüzyılda birlikte barış içinde yaşamanın koşullarını bir türlü bulamamıştır. Bu bağlamda da Hamidiyelerle Kürtlerin Ermenilere karşı aniden ortaya çıkardıkları yepyeni bir durum yok, o her iki halkın tarih boyunca yarattıkları ilişkilerin bir devamı gibidir.
Hatta Ermeniler’e karşı tehlike olma bakımından tersi birtakım belirtiler bile var. Hamidiyeler kurulmadan önce aşiret başıbozukları daha çoktu. Düzeni sağlayan Kürt beylikleri otadan kalktığı, ama merkezi otorite de aşiretleri yönetemediği için Ermeniler’in (Ermeni olmayan köylülerin de) daha çok saldırıya uğradıkları, talan edildiği, insanlarının öldürüldüğü, ve hesap sormanın daha az olduğu bir dönemdi Hamidiye öncesi. Hâlbuki Hamidiye Alayları kurulunca aşiretler toplumun emniyeti, nizam ve intizamı için bir takım resmi sorumluluklar aldılar, birtakım görevler üstlendiler. Yöredeki adi vakalarda diğer teb’alar gibi Ermeniler’i de koruyan genel güvenlik görevleri üstlendiler, Ermeniler’e karşı işlenen suçlarda ister başkaları işlesin, ister kendi mensupları yapmış olsun devlet daha kolay hesap sorar duruma kavuştu. O dönemin bazı mahkeme belgelerinde ve soruşturmalarında bu durumlar görülmektedir. Yani milliyetçi ayrılıkçı Ermeniler’e karşı tedbir fonksiyonu ve tehdid olma durumu dışında, aslında genel yaşamda onlara da bir anlamda göreceli bir güvenlik ve rahatlama ortamı getirmiştir.
Mesela 1894-95’te Diyarbakır’da Ermeni katliamı olduğunda katliamı yapanlar Hamidiye Alay Komutanı İbrahim Paşa’ya bağlı alaylar değil, bir kesim Diyarbakır eşrafıdır. Hatta Hamidiyelere karşı olan eşraflar o katliamların başını çekmişlerdir. Buna karşın İbrahim Paşa’nın Ermenileri koruduğuna, hatta 10 bin Ermeni’yi kurtardığına ilişkin İngilizlerin birtakım raporları var. Hamidiyeler aslında pek çok noktada Ermeniler açısından bile daha olumlu bir rol oynamışlardır.
Bütün bunları değerlendirdiğimizde, Hamidiyelerin kuruluşu olayını Kürtler açısından da o dönemki Osmanlı açısından da olumlu bir girişim olarak değerlendirebiliriz.
GAYRI MÜSLİMLERE MİLLİYETÇİ VE İSLAMİ YAKLAŞIM
Tabii bu Hamidiyelerin pür saf olumlu oldukları anlamına gelmez: Hamidiyeler birtakım statü ve yetkiler kazanınca kendilerine imtiyaz ve avantajlar sağlama yollarına gitmişler, daha fazla mal mülk ve prestij elde etmek için yerel ve merkezi devlet makamlarıyla helal ve yasal olmayan işler de yapmışlar, rüşvet vermişlerdir. Bu tür girişimler Hamidiyeye özgü değil, toplumda ya da devlet katında yeni güçlü makamlar edinen bütün katmanlarda görülür. Güçlendikçe gücünü kullanarak devletin olanaklarından daha fazla yararlanma çabaları tarihin bütün dönemlerinde olmuştur.
Hamidiye Alayları projesi, çoğu kimse tarafından hem Ermenilere, hem de İttihat Terakkicilerin modernleşme hareketine karşı daha çok modernleşme karşıtı panislamist bir hareket olarak değerlendirilir.
Fakat bunun o kadar da doğru olmadığına ilişkin bazı tespitlerimi burada aktarmak isterim. Son zamanlarda Ermeniler ve Yahudiler, özellikle dönme Yahudiler ile ilgili iki tespit gördüm. Birincisi şu meşhur Wikileaks belgelerinde çıktı, Hrant Dink ile ilgili bir olay… Amerika’nın İstanbul Konsolosluğu ile yaptığı bir görüşmede konsolos Hrant Dink’e soruyor: “Ak Parti ile bir probleminiz yok mu?” diye. Hrant Dink çok ilginç bir tespit yapıyor, diyor ki “Bizim aslında dindarlarla, İslami hareketle tarih boyunca hiçbir zaman ciddi bir problemimiz olmadı. Bizim esas problemimiz Türk milliyetçi hareketi iledir. İttihat Terakki ve Kemalizm bu anlamda bizim için her zaman daha büyük tehlike ve tehdit oldu”.
İkinci tespit; Ezgi Başaran Radikal’de Yahudi dönmeler ve Sabetayistlerle ilgili olarak o konuda uzman bir akademisyenle bir röportaj yapmıştı. Uzmana göre tarih boyunca dindarların, İslami kesimlerin Yahudilerle ya da Yahudilerin onlarla çok ciddi bir problemi olmuş değil. Daha çok Türk milliyetçiliği; İttihat Terakkicilik ya da Kemalizm, ulus devlet projesi, Yahudi ve dönmelere büyük zorluklar çıkarmış. Tespit böyle.
Tarihe baktığımda ben de Kürtler açısından benzer bir durumu görüyorum; bin yıldan, Türklerin Anadolu’ya gelişinden; Alpaslan’dan, Selçuklulardan, Selahattin Eyyubi’den, İdrisi Bitlisi’den ta bugüne kadar Türklük-Kürtlük problemini yaratan, işi bu noktaya getiren, dindarlıktan ve İslamiyet’ten ziyade milliyetçilik ve modernitedir, Jakoben modernizmdir.
Yani Dink’teki, Ezgi Başaran’daki aynı tespit Kürtler’de de var. Kürtler iki yüzyıldır adına ‘ıslahat’ denilen jakoben merkezileşme ve modernleşme yüzünden çok büyük zararlar gördü, çok büyük kayıplar verdi, toplumsal bakımdan tarumar oldu, yüzyıllarla ölçülebilecek bir gerileme dönemine girdi. Bunun tek istisnası var, Sultan Abdülhamid’in Hamidiye Alayları’nı kurma girişimleriyle başlayan yakınlaşma dönemidir. O tersi bir süreçtir, aslında sentralizasyon değil, desentralizasyondur. Statüyü düşürme değil, yükseltmedir. Beraber olma, işbirliği yapmadır.
Tarık Çelenk: Ben şunu sormak istiyorum. Hamidiye Alaylarının konsepti kimden kaynaklandı, Sultan Hamid’e bunu kim verdi? Hamidiye alaylarının başında da Türk paşalar var. Osmanlı Harbiye paşaları var. Bu bir çelişki değil midir? Alaylara Güney Kürdistan’daki aşiretler de katılıyorlar mı?
Mûrad Ali Ciwan: Örnek olarak Rus-Kazak süvari alayları gösteriliyor. Sultan Abdulhamid döneminde en son görevi Anadolu ıslahat genel müfettişi olan Müşir Şakir Paşa diye bir komutan var, ki bir ara Rusya’da Osmanlı devletinin elçiliğini yaptı. Deniyor ki Şakir Paşa Rusya’da elçiyken Kazak ordularını yakından tanıdı, geldi bunların benzerini Abdülhamid’e önerdi. Abdülhamid de fikri uygun görerek oradan hareketle kendi amaçlarına göre yeni bir proje üretti.
Aslında Rusya daha 19. Yüzyılın başlarında Kafkaslara inip İran ve Osmanlılarla toprak kapma savaşlarına başlayınca, kendi Kazak ordularını orada kullandı. Kafkasya, İran ve Osmanlının içinde kalan sınırdaki göçebe ya da yarı göçebe Kürt aşiretlerini tanıyınca da onlardan Kazak süvarilerine benzer biçimde yararlanmak istedi.
Ayni dönemde İran ve Osmanlılar da hem birbirleriyle olan anlaşmazlıklarında, hem de yeni güç olarak Kafkasya’ya inen Rusyaya karşı savaşlarında Kürt aşiretlerinden süvari birlikleri oluşturdular.
Çünkü bu cesur süvari alayları hem kendi göçebe aşiretlerin yaşam koşullarına uyum sağlayabiliyor hem de o zamanın en mobil güçleri olarak büyük yaralıklar gösterebiliyorlardı. O dönemlerin belgeleri süvari Kürt aşiret birliklerine karşı çıkabilen tek gücün o dönemde Rus Kazak alayları olduğunu, yöredeki yerleşik toplulukların ve düzenli orduların aslında süvari birliklerinin ani baskın ve talanlarını her zaman büyük bir korkuyla karşıladıklarını gösterir.
Ancak bu dönemdeki süvari birlikleri geçiciydiler, mensubu oldukları aşiretlerin göç yolları güzergahında mobilize oluyorlardı. Ayrıca Hamidiye’de olduğu gibi kanun ve yönetmeliklerle tanzim edilen sürekli bir kuruma da dönüştürülmemişlerdi. Hamidiye alayları geliştirilmiş çok yönlü bir devlet projesidir.
Hamidiye fikrine modernleşme ve merkezileşme yanlısı askeri, mülki ve idari Osmanlı yöneticileri, paşalar, vezirler karşı çıkmışlardır. Karşı çıkmayan, aksine ısrarla varlıklarını koruyup geliştirme yanlısı olan yüksek rütbeli iki paşa var; Şakir Paşa ve Zeki Paşa. Abdülhamid bunlara güvenerek bu projeyi ısrarla sürdürmüştür.
Kimisi de diyor ki Zeki Paşa Abdülhamid’in damadıdır. Damadı olduğu için başka kimsenin sözünü dinlemiyor, o ne diyorsa onu yapıyordu.
Hemidiye Alayları’nı savunmak öyle kolay olmamış, onu savunanlar azınlıkta olmuşlardır, ama Sultan Abdülhamid işin arkasında olduğu için bu işi belli bir dönem götürebilmişlerdir. Ta ki İttihat Terakki iktidarı gelip 1909’da Abdülhamid’i düşürünceye kadar.
Abdülhamid tahttan düşürülünce bahsettiğiniz Türk komutanlar Hamidiyelerin başına atanmıştır. İlk başta hem komutanlar ve komutan yardımcıları, hem de alay katipleri Kürt aşiretlerindendi. Ancak İttihat Terakkiciler Hamidiyelerin yapılarını büyük ölçüde değiştirmişlerdir, başka bazı değişiklikler yanında birinci komutanlarının ve birinci katiplerinin düzenli ordudan olmasına karar verilmiştir. Daha önce düzenli subaylar sadece eğitim dönemlerinde alay mensuplarını eğitmek için görev yaparlardı.
(?): Ben öncelikle teşekkür etmek istiyorum. Son derece yararlı oldu. Bölgedeki Kürt kesimlerinin Osmanlı’ya entegrasyonu açısından alayların ehemmiyetini bir kez daha belirtmiş olduk. Bunu soru anlamında sorduğumu ifade etmeliyim. Birincisi, ilgili dönemde İttihat Terakki dediniz ki sürecin esasında yavaş yavaş İslam’a giden bir süreç olduğunu düşündüğümüzde bölgedeki dini aktörlerin daha doğru ifade ile tevhidlerin olaya kayda değer bir bakışı var mıydı? Varsa onay şeklinde miydi? Bunu sorgulamak isterdim. Bazı tarihçilerin bölgedeki mezhep konularını daha eskiye dayandırdıklarını ben hatırlıyorum. Acaba mezhep konuları Yavuz Sultan zamanından bu yana mı oluşmuştu, yoksa daha sonraki süreçte mi oluşmuştu?
Mûrad Ali Ciwan: İslami dediğiniz dönem Bosna’nın, Balkanlar’ın ve Avrupa’daki diğer bölgelerin gayri müslim kesimlerin ayrılmasından sonraya denk geliyor. Gayri müslimlerin ayrılmalarından sonra Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde Türkler’in yanında Kürtler ve Araplar kalıyor çoğunlukla. Tabi Trakya ve Anadolu’nun Rumlar’ını, doğunun Hırıstiyanlarını; Ermenileri, Asuri ve Süryanileri, Keldanileri ve Yahudileri unutmadan bu tespiti yapalım. Ama Avrupa’daki büyük kopuş, Müslüman unsurları İmparatorluğun büyük çoğunluklu asli unsurları haline getiriyor. Çünkü başlattıkları milliyetçi hareketlerle, Osmanlı’dan kendileri için bazı reform taleplerinde bulunan yabancı devletlerden aldıkları destekle gayri Müslimler yönetimin gözünde zaten göreceli olarak güvenilmez duruma düşmüşlerdi.
Bu nedenle islamcılık bir bakıma imparatorluğun resmi ideolojisi oluyor. Fakat o genel bir siyasettir, Ermenilerin, Rumların ve diğer gayri Müslimlerin İmparatorluk içinde hala varolan büyük nüfusları gözönünde bulundurularak gayri müslim tebayı da dikkate alan ılımlı ve ‘hoşgörülü’ islamcılık var, hala osmanlıcılık ağırlıktadır.
Ama İttihat Terakki’nin siyasetine baktığımızda iktidara gelmeden önce hem Ermeniler ve Kürtlerle, hem de diğer başka toplumlarla iç içe olduğu; kongrelerinde, örgüt faaliyetlerinde ve yayınlarında iş birliği yaptığı halde iktidara geldikten sonra Ermeniler, Kürtler ve Araplar bütünüyle İttihat Terakkiyi bırakıyor. Çünkü İttihat Teraki’nin siyaseti değişiyor. Reformcu, bütün halkların taleplerini gözönüne alan modern ve meşrutiyetçi bir serbesti yerine koyu Türkçü ve despotik bir siyaset benimsiyor. Ermeniler’e, Kürtler’e ve Araplar’a karşı milliyetçi, dışlayıcı bir tutum takınıyor. Bu siyaset Birici Dünya savaşında İttihat Terakki’yi Ermeni katliamına kadar götürüyor.
Araplar ve Kürtler izlenen siyasetten dolayı büyük bir hayal kırıklığına uğruyorlar. Osmanlının muhalif diğer partileriyle işbirliğine başlıyorlar.
Sünni Türk (ama Sünniliği de belli bir konsepte göre oluşturulmuş, normal Sünni Kürdü de Türkü de rahatsız eden anlayış), laiklik, ama demokratik olmayan bir laiklik anlayışı ile biçimlenen homojen bir yapıya dayanan ulus devlet oluşturma siyasetinin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra ortaya çıkmadığını biliyoruz. Aslında bu siyaset İttihat Terakki döneminde doğdu.
Türkiye Cumhuriyeti’nde izlenen ulusalcılık ve ulus devlet siyasetleri, İttihat Teraki siyasetinin savaş sonrası şartlardaki devamıdır.
Mesela Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizler ve Fransızlar’ın yanında savaşa giren Çarlık Rusya’sı, Osmanlı topraklarına saldırınca, ta Bitlis’e kadar geldi. O dönemde Osmanlı sınırları içindeki Ermeniler Ruslarla iş birliği yapıp Kürt ve diğer müslüman köy ve kasabalara saldırınca büyük bir Kürt göçü güneye; Diyarbakır ve Urfa’ya doğru başladı.
İttihat ve Terakki yönetimi Diyarbakır’a ve Urfa’ya haber göndererek,Türk olmayan toplulukların belli bir yerdeki nüfus yoğunluğunun %5’i aşamayacağını hatırlatarak işgal edilen bölgelerden gelen Kürt göçmenleri Diyarbakır’a ve Urfa’ya değil, yerli nufusun yüzde %5’ini geçmeyecek şekilde Kürt olmayan bölgelere yerleştirin diye emir verdi.
Aynı siyaset sonra Şeyh Said ayaklanmasının bastırılmasının ardından gelen Takriri Sükun döneminde, Dersim’i boşaltma sırasında ve başka yerlerde Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri tarafından da uygulandı.
SAIDÊ NURSİ HAMİDİYELERİ OLUMLU GÖRDÜ
Hamidiyelerle ilgili çalışmalarımda ilginç tespitlere rastladım. Mesela Saidê Nursi (Saidê Kurdi) Hamidiye paşalarından Mustafa Miran Cizre bölgesinde bir takım zulümler yaptığı için gidip ona nasihatlerde bulunan, ‘bunları yapma’ diyen bir alim olduğu halde, Hamidiye Alayları’na ilginç bir şekilde ‘Kuvayı Kürdiye’ diyerek olumlu bir yaklaşım göstermiştir. Hemen hemen bütün tarihçiler ve çevreler Hamidiyeler’le ilgili olumsuz tutum içinde oldukları halde Saidi Nursi (Saidi Kurdi) onlara olumlu bir vasıf vermiştir.
Tabi sonra Birinci Dünya Savaşı’nda Saidê Nursî Hamidiye Alayları’nın bazı bakımlardan devamı sayılabilecek olan Aşiret Alayları’nın başında Ruslara karşı savaşa da gitmiş.
Daha önce de belirttiğim gibi Aşiret Alayları bazı bakımlardan Hamidiyeler’in devamıdır ama, aynı zamanda İttihat Terakki dönemindeki yeni bir organizasyondur da. İttihat Terakki’nin siyasti neticesinde Alaylar eski statülerini kaybettiklerinden, savaşa bir nevi redif taburları gibi gitmişler, onları aşan bir rolleri olmamıştır.
HAMİDİYE VE AŞİRETLERE ORYANTALİST, KOLONYALİST BAKIŞ
(?): Hamidiye’nin devamı demiştiniz, buna istinaden, bağlantı olarak ben Hamidiye alaylarının devamı demenize istinaden acaba Teşkilat-ı Mahsusa kuruluşu da Hamidiye Alayları’ndan esinlenmiş midir ya da onların kısmen de olsa devamı sayılabilir mi?
Mûrad Ali Ciwan: Yok, Teşkilat-ı Mahsusa daha çok bir istihbarat örgütlenmesidir. Bugünün modern istihbarat örgütlerinin bir benzeri, ya da bir nevi kontr-gerilla hareketi, büyük bir imparatorluğun savaş döneminde iç ve dış düşmanın cephe gerisinde yapmaya çalıştığı bir takım operayonlarla ilgili bir olaydır.
Hamidiyeler daha çok sosyolojik temellidirler, sadece askeri bir olay değil. İşin içinde göçebe aşiretler var. Aslında biraz da meseleyi oradan ele almak lazım.
Hani diyoruz ya ‘oryantalizm’ denen bir olay var… Oryantalistler doğu ve Müslüman toplumları geri, cahil, vahşi, talancı ve medeniyet götürülmeye muhtac toplumlar olarak görür. Hatta biliyorsunuz, daha aşırı kolonyalist görüşler var… Afrika’daki zenci aşiretleri, Amerika’daki Kızılderilileri medeniyetten uzak, ilkel ve vahşi topluluklar, kendilerini de oraya medeniyet götüren uygar insanlar olarak sunuyorlar.
Hamidiyeler’i değerlendirmelerde de bir yerde buna benzer yaklaşımlar var bugüne kadar gelen bakış açılarında. Kürt aşiretlerini böyle oryantalist, hatta kolonyalist ve ırkçı bakış açısı ile değerlendirmek var.
Aslında ideolojik önyargı ve kaygılardan arınarak meseleyi sosyolojik olarak değerlendirmek lazım. Bir aşiret eğer göçebe ise, koyun sürüleri varsa, hayvancılıkla geçinecekse, ana vatanı bir yanda ‘zozan’ dediğimiz yazın serin ve otlakları bol dağlar ve yaylaklar, diğer yandan da kışları dağlarda kar ve soğukların başladığı, otlakların tükendiği koşullarda terkederek gittiği, hayvanlar için yem bulabileceği, onları soğuktan koruyabileceği ‘germiyan, çol ve berri’ dediğimiz düz ovalar ve bozkırlardır.
Böyle olunca, göçebe aşiretler, diyelim ki, yazın Zagros dağlarından, Hakkâri’den ta Kars’a ya da batıda Sivas’a kadar olan serin ve otlaklı yüksek yaylaları, kışın da doğuda Halep’e, Musul çöllerine, batıda Konya ve Ankara bozkır ve ovalarına kadar uzanan alanları yurt edinir. Bu alanlar, göçebe aşiretlerin ekonomik ve sosyal yaşam alanlarıdır. Bütün derdi bu kışlak ve yaylaklarda sürülerini beslemek için buraları yurt olarak garanti altına almak, göç yollarını açık ve güvenlikli tutmaktır göçebe aşiret mensubunun.
Bunun karşısında tabi oralarda yerleşik köyler de var. Onlar da ziraat yapıyorlar. Onların varlığı da sosyolojik bir olgudur. Onlar da tarlalarını, tarım alanlarını, meyve ve sebze bahçelerini ilkbahar ve sonbaharda gelip geçen göçebe aşiretlerin sürülerine karşı koruma çabası içindedirler. İki sosyal topluluğu karşı karşıya getiren çekişmeler var, ikisini de sosyolojik olgu olarak görüp çelişkilerini anlamak var.
Bir de birini medeni, uygar ve ahlaklı, diğerini vahşi, talancı, hırsız gibi görüp öyle değerlendirmek var. İlki ikisini de sosyolojik olarak görüyor, çıkarlarını, koşullarını yan yana getirip değerlendiriyor. Ona göre biri ötekinden daha temiz ya da daha kirli değil. Biri fırsatı ele geçirdiğinde diğerine, diğeri fırsatı ele geçirdiğinde berikine zarar verebiliyor.
Aslında Ermenilik, Türklük- Kürtlük olayında da bu anlamda bir olgu var. Ne Kürtler öyle pak, tertemiz, kutsal, alicenap bir topluluk, ne de Ermeniler saf, kendi yüce ulusal hakları için mücadele eden, hiçbir kötülükleri olmayan topluluk, öyle değil. Ermeni’nin de Kürt’ün de, Türk’ün de birbirinden hiçbir farkı yok. Eline fırsat geçince o da vurmuş, kırmış, kesmiş. Öteki de… O da onun malını yemiş, öteki de.
Ama büyük devletler, büyük güçler de zaten bunları bildikleri için çeşitli dönemlerde ya birini ya ötekini kullanmış, siyasetine alet etmiş. Hatta her iki tarafı karşılıklı kullanarak, onları birbirine düşürmüş. Sonra da bu çıkarlar uğruna biri ya terk edip gitmiş ya da mahvolup gitmiş ve yaşadığımız bütün bu trajik tarihler ortaya çıkmış. Halklar ve toplulukların hepsi aynı, biri diğerinden ne daha yüksek, ne de daha alçak.
(?): Murat bey şimdi yaklaşık 18-19 yı süren teşkilatlı bir yapı var, silahlandırılmış, özel bir silahlı eğitimden geçirilmiş vs. bu yapı I. Dünya Savaşından sonra kaldırılıyor deniyor ama bu süre içinde aşiret yapılarının ciddi anlamda silahlandırılması, silahlanma eğitiminden geçmesi ve büyük bir güç oluşturması bölgede kendi başlarına bir devlet durumuna gelmesi gibi bir durum bir takım sorunlara yol açmıyor mu?
Mûrad Ali Ciwan: Tabii o noktaya gelmemiş, gelseydi Osmanlı’nın başını ağrıtacak bazı sorunlara yol açardı. Tam tersi bir yönde olmuş, Birinci Dünya Savaşı’nda Sarıkamış’ta tasfiye olmuşlar, 90 bin kişilik ordunun % 90’ı gitmiş. Aşiret alayları olarak gitmişler, ama teçhizatlı değiller, giyecekleri yiyecekleri, silahları yok.
Tarık Çelenk: Hamidiye alayları var mıydı o zaman?
Mûrad Ali Ciwan: Adları o zaman Hafif Süvari Alayları’ydı. Ve yapıları çok değişmişti. Bir nevi geleneksel redif taburları haline gelmişlerdi. Zaten mesele o. Karda kışta telef olanlar; giyecekleri yok, teçhizatları yok, nizami ordu askerleri kadar sağlam, hazırlıklı değil, savaş sanatını askerler kadar bilmiyorlar, yalınayaklar. Gerçi nizami askerler de Sarıkamış’ta pek hazırlıklı değildi.
(?): Kürtlerin Islahat Fermanı diyebilir miyiz Hamidiye alaylarına?
Mûrad Ali Ciwan: Kürtlerle Osmanlıların tarihsel ilişkilerine bakarak buna bir evap aramak lazım. Kürtlerle Osmanlıların ilişkileri 1514’te başlamıştır. Kürdistan, Osmanlı devletine tabi olmadan önce, birtakım Kürt beylikleri vardı. İran devletinin başına geçen Şah İsmail ta Maraş’a, Malatya’ya kadar geldi Kürtlerin yaşadığı toprakları ele geçirdi. Alırken de Kürt beylerini görevlerinden indirdi. Birtakım beyleri toplayarak, Tebriz’e gönderdi. Kürt beylerinin yerlerine merkezden kendi komutanlarını atadı.
Bir süre sonra kurtulup kaçan Kürt beyleri, tutsak mirlerin geride kalan mirasçıları bir araya geliyor, İdrisi Bitlisi’yi de çağırıp diyorlar ki “Şah İsmail memleketlerimizi aldı, beylerimizin kimisini alıp götürdü, kendi başkentinde zindana attı, esir etti ya da gözetimi altına aldı, özgürlüğümüz kalmadı. Biz Şah İsmail’e karşı ayaklanarak yurtlarımızı kurtarmak istiyoruz. Git Osmanlı sultanı ile görüş, eğer bizi desteklerse bu savaşı kaznırız”.
İdrisi Bitlisiyle görüşen Osmanlı sultanı Yavuz Sultan Selim “Al,’’ diyor ‘’sana beyaz kâğıt, Kürt beyleri, sizler hangi koşulları istiyorsanız ben kabul ediyorum, iş birliği yapalım, sizin beylik haklarınızı, kendi eski geleneksel yapılarınızı kabul ediyorum. İran’a karşı beraber savaşalım”.
Öyle bir savaş olmuş aslında. O dönemin savaşına baktığınız zaman Kürtlerin Osmalının desteğini alarak kazandıkları bir kurtuluş savaşı gibi. Sonra onun üzerine Kürtlerle Osmanlılar arasında yapılan bir antlaşma var. Değişik statü ve yetkileri olan, kendi içinde özerk , babadan oğula geçen, mülkiyet ve miras hakları dokunulmaz olan, ademi-merkezi diyebileceğimiz bir biçim çerçevesinde bir Osmanlı tebaası haline gelmişler.
19. yüzyılın başlarından itibaren merkezileşmeye gidince Kürt beyliklerine, Osmanlı’nın ademi merkezi diyebileceğimiz yapısına müdahale edilmiş. Kürtler yeni vergiler, askere alma koşulları ve ağır yükümlülükler altına sokulmuşlar.
Onun yerine oralarda reformlar yapılsa ve Kürtlerin kendi ademi merkezi statüleri korunsa, o çerçevede ıslahatlar yapılsa, Kürt-Türk çatışmaları muhtemelen bugüne kadar gelmeyecekti.
Osmanlı ‘da reformları yürütenler Fransız jakoben modernitesinden, Alman militarizminin merkezi yapısından esinlenerek merkezileştirme siyaseti güttüklerinden periferideki bütün topluluklarla çatışmaya başladılar. Gidiyorsun, aşiretin yüzyıllardır sürdüregetirdiği bir sistemi ve yapısı var, dokunuyorsun. Beylik var, ona yöneldiğin zaman o da sana karşı başkaldıracak, çünkü beyliğini korumak istiyor.
İsmail Ermağan: Hamidiye alaylarına Dürziler ve Yezidi Kürtler alınmamıştır dediniz. Davutoğlu ‘’yurtdışında yaşayan hangi ırktan, milletten olursa olsun bizim diasporamızdır’’ diyor. Ben birkaç noktayı bağlamak istiyorum. Buradan hareketle siz 20. yüzyıl başındaki Kürt- Türk-Ermeniler arasındaki mücadeleleri, yer değiştirmeleri anlattınız. Avrupa Birliği entegrasyon sürecinde memlekete dönüş projeleri var. İsveç’te yaşadınız, ben de Hamburg’da bir Yezidi toplantısına katıldım. Bu memlekete dönüş konsepti çerçevesinde bu meseleyi yorumlarsak, Yezidilere ve oradaki küçük etnik gruplara ne tür haklar ya da konseptler sunulabilir? Bu Hamidiye alaylarına düşmanlığın bir haklı payı var mıdır?
Mûrad Ali Ciwan: Biliyorsunuz, raformlar öncesi Osmanlı dönemine baktığımızda, gayrimüslimlerin İslami yasalar çerçevesinde yönetildikleri görülür. Bu çerçevede gayri müslimlerin bir zımnilik statüsü var. Bunlar askere alınmıyorlar, karşısında cizye, gayrimüslim vergisi anlamına gelen birtakım vergiler ödüyorlar. Buna karşı İslami devletin de kendi gayri-müslim teb’alarını koruma zorunluluğu var.
Bugünkü modern düşünce sisteminde, çağdaş evrensel değerler açısından ele aldığımızda gayrimüslimlerin Dar’ül İslam dediğimiz İslami ülkelerde teb’a olarak daha alt düzeyde oldukları söylenebilir. Yani onlar Müslümanların bütün haklarından yararlanmıyorlar.
Buna karşın, milliyetçiliğin ortaya çıkışıyla homojen bir topluluk yaratmak istiyorsun, o homojen topluluğa uymayan bütün toplulukları asimile ya da imha edeceksin.
İslam ülkesi olarak imha diye bir siyasetin yok; kabul ediyorsun, ‘benim sınırlarımın içerisinde Müslüman da, Hırıstiyan da, Kürt de, Ermeni de, Süryani de olabilir’ diyorsun. Her topluluğun hak ve sorumlulukları var. Bu çerçevede onları koruyorsun. Bu çerçevede zimnilikte ikinci sınıf teb’a olarak gayri müslimlere haksızlık var, ama İttihat Terakki döneminde, cumhuriyet döneminde homojen tek tip bir toplum yaratma gibi bir projeyi alıp, ona uymayan bütün kesimleri bitiriyorsun. Türkiye’de bütün gayri müslimler kovulmuş ve tasfiye edilmiştir şu ya da bu şekilde. Miliyetçilik Daru’l İslamdan daha ağır koşullar dayatıyor, imha ediyor.
Alevilik tasfiye edilememiştir ama kenara itilmiştir. Israrla onun Sünnileşmesi, Türkleşmesi siyaseti benimsenmiştir. Kürtlerle ilgili de öyle. Yahudiler hakeza… Siz Türkçe konuşacaksınız, Türk okullarına gideceksiniz denmiş, aşırı varlık vergileri getirilerek, mülklerine el konulmuştur.
Böyle bir devlette Kürt ya da Ermeni’ysen hiçbir şey yapmasan da, sırf Kürt ya da Ermeni olduğun , Ermenice, Kürtçe konuştuğun, Hıristiyan olduğun için hedef haline geliyorsun.
Bir proje var, herkesi Türkleştirme, Sünnileştirme siyaseti güdülüyor. Öngörülen normlara uymuyorsan hiçbir şey yapmadan uslu uslu otursan da hedef haline geliyorsun. Hedef olmak için isyan etmeye, karşı çıkmaya gerek yok.
Hatta onun da ötesine gidiyor, normal Sünni dindar Kürtlerle Türkler, devlet ideolojisi kalıplarının dışına çıkan Sünniler var; Said-i Nursi hareketini, bir takım tarikatları, Sünni toplulukları aldığımızda, görülüyor ki cumhuriyet rejimi iktidarları onlara da yönelmiş. Sadece Ermeniye, Aleviye, Kürde yönelmemiş. Sünni istiyor ama varolan Sünni de başka Sünniyse onu da istemiyor. Onu da illa kendi kafasındaki Sünniliğe benzetmek istiyor.
Bu çerçevede baktığımızda bugün yurt dışında bir Yezidi’nin, Ermeni’nin kendisine haksızlık yapıldığını belirtmesi doğaldır. Anlayışla karşılamak lazım.
Kimimiz devletin resmi projesinde yer aldığımız, kimimiz devletle işbirliği yapmak çıkarlarımıza uygun düştüğü ya da korkumuzdan devletle işbirliği yaptığımız için; şu ya da bu nedenle, gidip Yazidi, Süryani köyüne saldırmışız, tarlasına el koymuşuz, kızını kaçırmışız, eziyet etmişiz. Bu nedenle onları anlamak lazım.
Osmanlı dönemine baktığın zaman öyle bir siyaset yok. Zimni teb’a olarak ona bakıyor, ama ‘ben seni öldüreceğim, keseceğim’ demiyor.
Hatta Osmanlı döneminde isyan edenlere bile farklı yaklaşılıyor. Beylik dönemlerindeki Kürt isyanlarını bastırdığında elebaşlarını katliamdan geçirmiyor, ailesi ve maiyetiyle belli bir gelire bağlayarak şu ya da bu ile süriyor, İstanbul’a yerleştiriyor, ya da alıp yönetici olarak Girit’e, Varna’ya yerleştiriyor. Katliam yapmıyor, 40-50 kişiyi idam etmiyor. İmha siyaseti, tek bir homojen topluluk yaratma siyaseti yok.
İmhacı siyaset daha çok milliyetçilikle, jakoben modernizmle ortaya çıkmıştır. Demek ki jakoben modernizm, onun getirdiği milliyetçilik bir yerde tarihi bir sapma gibi değerlendirilebilir. Toplumların normal tarihi gelişmelerinin dışına çıkan, katarın raydan çıkıp devrilmesi gibi bir olgu. O aşıldığı zaman katar rayına girecek, topluluklar yan yana yeni bir entegrasyon çerçevesinde tarihlerine devam edecekler.
Modernist hareketin içinde yer alanlar çok ahlaklı, değerli insanlar olabilirler, ama modernitenin kendisi tarihsel bir ahlaksızlık olarak değerlendirilebilir. Sen kendi cennetini vaadediyorsun, bir toplum yaratacağım, Türk olacak, homojen, modern olacak, uygar dünyanın şu şu şartlarına uyan bir topluluk olacak diye planlıyorsun. Bu hayali cennetine varmak üzere Dersim’liyi katlediyorsun, berikini sürgün ediyorsun, ötekini vuruyorsun, Müslümanı hapse atıyorsun.
Stalinin örnek olarak sunduğu bir eşkıya ve yatağı var. Eşkiya getirir bir takım insanları karyolanın üzerine koyar, boyları kısa ise ayaklarını çekip uzatırdı, karyolanın boyuna uydurmak için. Uzunsa ayakları kesiyordu gene boyu uydurmak için.
Aynen bunun gibi Jakoben modernizmin kalıplarını koyuyorsun, cennet vadediyorsun. O cennete uymayan herkesin ayağını ya kesiyor ya da uzatıyorsun. Böyle olduğu zaman gayri ahlakilik ortaya çıkıyor. Sana bu yetkiyi kim veriyor? Hayali bir toplum, bir vizyon, vaadedilen bir cennet, yerine gelip gelmeyeceği belli değil. Onun uğruna insanlığın başına her türlü felaketi getirmeyi, kendinde hak olarak görüyorsun. Kurbanlarını da haksız ve günahkar olarak damgalıyorsun.
Türkiye’de bu modern cennet oluşmadı. 80-90 yıl kesilip biçildi, katliamlar, baskılar oldu. Ama Kürtler asimile olmadılar, Çerkezler varlıklarını korudular, Yahudi kaldı, Alevi verlığını direnerek korudu. Müslüman kendi bildiği müslümanlığı yaşamakta ısrar etti, azimle direndi. İşte Nurcusu var, Nakşisi var, şusu busu var, herkes kendi bildiği biçimde yaşamak istiyor.
90 yıllık bu işkence, eziyet ve katliamalar nasıl oldu? Eğitim almış, dünya görmüş bir sürü siyasetçi, bürokrat, komutan, diplomat var; bunlar işin başını çekmişler. Çok medeni, ahlaklı insanlar… Subjektif olarak kendileri iyi insanlar olabilir, ama sistemin kendisi ideolojik olarak gayri-ahlaki.
O yetkiyi nasıl kendinde buluyorsun, hayali bir toplum uğruna bu kadar felaketler yaratıyorsun. Reddedilmesi gereken bir şeydir bu. O reddedildiği zaman, geri dönüşler dediğimiz, sizin bahsettiğiniz olaylar aslında bir bütünleşmeyi, rahatlamayı getirecek.
Yani zorluklar, inkârlar aşırı dayanılmaz koşullar kalktığı zaman insanlar daha rahat olarak birbirleri ile diyalog içine girecekler, bütünleşip kucaklaşacak, entegre olacaklar. Bunun örneklerini yavaş yavaş görüyoruz. Kürtlerin varlığı kabul edildiği, haklarına saygı gösterildiği zaman devlete en uzak kalmış insanlar bile yakınlaşıyor, uzaklaşmıyor.
TRT Şeş kurulduğunda, Kürtlerin büyük bir kısmı yönünü buraya çeviriyor. Bununla kalmıyor, Suriye’deki Kürt de yüzünü çeviriyor. Irak’taki Kürt de bakıyor. 90 yıl Kürt yok dediler, şimdi TRT 6 diye tümüyle Kürtçe yayın yapan bir kanal açılmış. Diğerlerinde de aynı duygular olşuyor. Bakıyorsunuz Yezidiler’e, rahatlama var, köylerine dönüyorlar ev yapıyorlar. Süryaniler de öyle…
Çatışmalardan, imhalardan ve ötekileştirmelerden kurtulduğumuz ölçüde aslında beraber ilerlemenin koşulları daha çok belirginleşiyor.
Türkiye bir yerde şahlanmaya çabalayan bir deve benziyor. Dev ayağa kalkacak, büyük değirmen taşları ellerine, ayaklarına bağlanmış. Dev kalksın diyorsun. O değirmen taşlarıyla, zincirlerle devin kalkıp şahlanması mümkün değil. Değirmen taşlarını atacaksın ki dev şahlanabilsin. Türkiye kendi problemlerini çözecek ki şahlansın, şu anda oraya gelmiş.
Türkiye daha çok bir imparatorluğun mirasçısı. Siz bahsettiniz ya, ‘biz her tarafı kendi diasporamız yapacağız’ demiş Davutoğlu. Bu diplomatik bir kavramdır, ama demektir ki Fransa’daki Ermeni de bizim Adana’daki, Kayseri’deki şuradaki buradaki Ermeni’nin torunudur. Aslında o bizim diasporamızdır. Gidip ona o gözle bakacağız. Ben onun bu ülkeden gittiğini kabul edeceğim ve diyalog kuracağım. Niye Fransızların aracılığı ile pazarlık yapayım, onu kendi diasporam olarak göreceğim, kendim doğrudan onunla diyaloga gireceğim.
Ben bunu pozitif görüyorum. Belki çok açık söylenemiyor, diplomatik bir dille söyleniyor ama aslında olumlu bir yaklaşım.
Başbakanın son konuşmasında da mesela Kanuni’nin o fermanını dile getirmesi, ben şuranın buranın, Kürdistan’ın sultanıyım diye hatırlatması da olumlu nüveler içeriyor. Ermenistan’ın, Anadolu’nun, Şam’ın ve Kürdistan’ın sultanı Fransa’nın kralına hitap ediyor. Bir yerde bundan sonra ırkçılık olmayacak, farklılıkları doğallık olarak göreceğiz demeye gitiriyor.
Yeni yeni Türkiye Cumhuriyeti bu siyasete oturduğunda normal olarak farklı topluluklardan, din ve mezheplerden gelen topluluklara sahip eski Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı gibi davranacak.
Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar geldiğimiz dönem doğal devamlılığa uymuyor aslında. İmparatorluk mirasının evladı gibi davranan, babasının mirasına sahip çıkan bir oluşum değil. Daha yeni yeni ona benzer şeyler oluyor. Daha çok depreşiyor.
İMAM HATIP MEDRESE İLİŞKİLERİ
Melelerle ilgili bir soru da geldi. Meleler medreselerde okuyan din âlimleridir. Bunların özel olarak Hamidiyeler’le bir ilgileri yok. Ama melelik olayını daha geniş bir ifade ile Kürtler’deki medrese olayını Kürt toplumunun doğal bir parçası görmek lazım.
Kürtler’e sosyolojik olarak bakacaksın. Onun aşireti, medresesi, şehri, köyü, kültürü, gelenekleri, tümü beraber bir topluluğu oluşturuyor. Medrese öyle bir kurum. Dini bilgileri, Felsefeyi, tasavufu, kelamı da, şeriat konularını da alıyor. Meleler o dönemde, aralarında kan davaları, mülkiyet ilişkileri, boşanma konuları ve buna benzer şeylerin de olduğu, köylülerin kendi sorunlarını da getirip çözdüğü, imam olarak camilerde namazını da kıldığı bir rehberdir. Bunlar medreselerde dersler vermişlerdir.
Aslında medreselerin olduğu dönemde dindarlık ile Kürtlük birbiri ile sentezlenmiş durumda. Ahmedê Xani öyle bir insandır, Kürt’tür ama bir Nakşibendi, ulema ve müdrristir. Kişliğinde dinini ve Kürtlüğünü bütünleştirmiş. Kürtlerin hakkını istemiş ama bu hakkı kendisi gibi İslam olan bir topluluktan istiyor. Onun geleneğinden gelen meleler de öyle…
Kürtlerdeki İslamiyet, Hindistan, Pakistan, Afganistan, Bengladeş, Endonezya, Malezya ve daha sonra Araplardaki siyasi radikal İslam’dan farklıdır. Kürtler daha çok kültürel olarak yaşıyor İslam’ı. Neden? Sana haksızlık eden de İslam olduğu için sen İslam’ı ona karşı kullanamıyorsun. Hindistan’da, Pakistan’da İslam’ı bayrak edip İngilizlere karşı kullanmak kolaydır. Radikalleştirebilirsin, siyasi bir bayrak haline getirebilirsin onu.
Cumhuriyet döneminde böylesi bir İslamiyet’ten, medrese yaşamından korkulduğu için, medreseler, tekke ve zaviyeler falan kapatılmış ya da yasaklanmış.
Benim bir tezim var belki de bu sadece bena ait… Kimilerine göre saçma olabilir ama şuna inanıyorum; Kürt toplumunda imam hatiplerin açılması medreseleri geri plana ittiği için toplumda Kürt hareketinde Marksist-Leninist, materyalist anlayışların gelişmesine yol vermiş. Aslında imam hatipler daha çok kemalist layıklık anlayışına uygun olarak devletin resmi sünniliğini yayacak insanları yetiştirmek için açıldı. Ne derece başarlı oldu o ayrı bir mesele ama, imam hatipler daha çok kemalist konsepte denk düşüyor. Kürtler açısından imam hatipler Kürtlerin geleneksel kurumlarından biri olan medreseleri ortadan kaldırmanın bir aracı olarak işlev görmüştür.
İmam hatiplerin bu anlamda Kürtük ve din sentezinin yaşam yarleri olan medrese ve hücre sistemlerni ortadan kaldırdığını, toplumsal hareketin sola kaymasında rol oynadığını düşünüyorum. İmam hatiplerin yerine Medreseler reforme edilse ve diğer dünyevi ilim ve bilimler de medreselere verilseydi, bugünkü gibi aşırılaşmış, kaba materyalist bir Kürt hareketi olmayabilirdi.
Dinlediğiniz için çok teşekkür ederim.
Leave a Reply